Tarih

Batılılaşma Nedir, Hareketleri,

felsefe/batllama BATILILAŞMA

Batı medeniyetini veya batılı milletleri taklit etme, onlara benzeme hareketleri. (Batılılaşma, garblılaşma, avrupalılaşma, modernleşme, as­rîleşme, çağdaşlaşma da denir).

Avrupanın (sonradan Amerikanın da) başta teknolojisi olmak üzere siyasî, sosyal ve hatta kültürel sistemini aktarma ya da iktibas etmeye dayanan fikirler ve uygulamaların tamamı bu kavramın çerçevesine girer. Bu anlamda batılılaşma sadece Türkiye ile ilgili bir mesele değildir. Bütün İslâm dünyası ile birlikte, Rus­ya, Japonya, Hind, Çin ve giderek bütün Batı Avrupa ile Amerika (Amerika Birleşik Devletleri-ABD) dışında kalan dünyanın meselesi olmuştur.

Bu durumda, batı, Avrupa ile ABD olmak­ta, bunlara nisbetle diğer ülkeler “doğu” itibar edilmektedir.

Avrupa 15.yüzyıldan İtibaren büyük coğrafi keşiflerle ve yeni teknolojilerin uygulanmasıy­la lS.yüzyıldan itibaren sanayileşme ile üstün bir konuma sahip oldu. Batı sömürgeciliğinin boyutları coğrafî keşiflerle olduğu kadar, sana­yileşmenin gelişmesiyle de genişledi ve sonun­da bütün dünyayı etkisi altına aldı. 18.yüzyıldan beri bütün dünya batının tesiri ya da ta­hakkümü altına girdi. Batı üstün teknolojisiy­le kendi dışındaki ülkeleri sömürüye yöneldi. Çeşitli ölçülerde batı sömürüsünün etki ala­nında bulunan ülkeler, toplumlar batıya karşı mücadele etmek için de batıya benzemek, onun iktisadî, siyasî, sosyal sistemini benimse­mek gerektiği fikrine sahip oldular. Bu benze­yiş gerçekleştikçe, batının sömürme usulleri değişerek, fakat daha etkili biçimde, bu ülke­ler ve topluluklar üzerinde sürdü.

Batılılaşmanın çerçevesi konusunda farklı görüşler vardır. Batının üstünlüğüne sebep olan teknoloji ve ilmin aktarılması ile yetinil-mesini savunanlar (kısmîciler) yanında batı­nın bir bütün olduğunu, dolayısıyla bütünüyle batıya benzenmesi gerektiğini savunanlar (bü­tüncüler) da vardır. Bu ikinci gruba giren “ka­yıtsız şartsız batılılaşmacılık”, en uçta, bir kav­min kan ve beden olarak da batılılaşması tezi­ni savunmaya kadar varır. (Türkiye’nin en ün­lü aşırı batılılaşmacılarından Abdullah Cev­det 1925’de Türk kanma kan katılması için Avrupadan insan getirilmesini teklif etmişti).

Batılılaşmayı demokratikleşmeyle, parlamentarizmle, kapitalistleşmeyle, laikleşmeyle eşdeğer sayan görüşler vardır. Batılılaşmanın cemaatçi yapıdan ferdiyetçi sosyal yapıya ge­çişle gerçekleşebileceği de bu tür tezler arasında zikredilebilir {Mesleki içtimaîciler, Prens Sabahaddin).

Osmanlı Devletinde batılılaşma hareketleri­nin başlangıcı 17.yüzyıl sonlarına kadar gotü-rülebÜİr. Bu tarihe kadar kendi tarihini kendi yapan ve batı karşısında ağır basan Osmanlı­lar, batıda gelişen yeni teknoloji ve askerî sis­tem karşısında galebe çalamaz, batıyla baş edemez duruma düştü. Askerî alanda batı üs­tünlüğünün belirginleşmesi Osmanlıların ken­dilerine olan güvenlerini sarstı. Kuruluşundan beri devamlı hareket halinde olan ve sürekli kendini yenileyen Osmanlı toplumu, 17.yiizyı-lın sonlarında 1683 Viyana bozgunundan son­ra Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rusya 15 yıl savaştan sonra imzalanan Karlofça anlaş­ması (1699) ile “ıslahat” ihtiyacını kabul et­mek zorunda kaldı. O zamana kadar kötü du­rumlardan kurtuluş, nizam-ı kadîmin (eski dü­zenin) diriltilmesinde, ihyasında aranırken, bu tarihten İtibaren galip batının usullerini al­ma düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. Bu durum, Avusturya savaşından sonra imzala­nan Pasarofça (1718) anlaşmasından sonra uy­gulamaya dönüştü. Böylece batılılaşma, bir nefs mücadelesi aracı olarak askerî alanda başladı. Teknoloji iktibası bu safhada ön plan­daydı. Askerî alanda kısmî değişiklikler, müs-lümanlığı kabul etmiş batılılar vasıtasıyla ger­çekleştirildi. Bu başlangıç safhasında bile batı­lılaşmanın kültürel bir hüviyete sahip olduğu görülmektedir. Nitekim, “Lâle devri” olarak adlandırılan 1718’den sonraki dönem, bütün diğer cepheleri yanında “kültürel farklılaşma” yönüyle de dikkati çeker. Fransaya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi, Fran­sız yaşayışı ve kültürü İle ilgili unsurların taşın­masına da vasıtalık etti. Mimarîden günlük ha­yata kadar batı tarzının yansımaları ilk defa bu dönemde görüldü. Matbaa ve tercüme faa­liyetleri yanında hayat tarzı ile ilgili değişme­ler batılılaşmanın sonraki yüzyıllardaki geliş­me yönünü belirler.

Batılılaşma çabaları 18.yüzyıtın sonundan iti­baren daha sistemli bir şekil aldı. 3.Selimle başlayan ıslahatlar 2.Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde gelişerek sürdü. 3.Selim yeni bir ordu teşkil etmeye çalıştı (Nizam-ı Cedid) ve hayatım bu yolda kaybetti. Halefi 2.Mahmud, Yeniçeri ocağını İlga ve mensuplarını yok etmeye kadar varan (1826) bir uygulama ile çok yönlü değişikliklere yöneldi. 2.Mahmud ülkenin bir süre ordusuz kalması pahası­na bu fiili gerçekleştirdikten başka, kılık-kıyafet ve yaşayışla ilgili iktibaslara girişti. Sultan Mahmud Osmanlı idarî sisteminde ağırlığı olan kurumlan ya ortadan kaldırdı ya da güç­süz hâle düşürdü. Bu cümleden olmak üzere, Yeniçeri Ocağım tamamen ortadan kaldırdı, İlmiye sınıfını etkisiz hâle getirdi. İktisadî geri­leme sonucu esnaf ve tüccar da güç kaybetti. ikinci Mahmud döneminden itibaren batı eği­timli ve eğilimli bürokrasi güç kazandı.

2. Mahmud, Osmanlı ülkesinde siyasete ağırlık koyabilecek kuvvetlerin dengesini değiştirir­ken hasıl olan boşlukları doldurarak geçmiş padişahlara oranla çok despot bir yönetim kurdu. Sonraki devrelerde de tayin edici ola­cak bauhlaşmacılığın cebrîUİk yönünü bu padi­şahın uygulamaları belirlemiştir.

Batılılaşmanın askerî-teknolojik sahadan siyasî-idarî, hukukî ve iktisadî sahalara doğru resmen genişlemesi Tanzimatla gerçekleşti. M.Reşit Paşa tarafından esasları belirlenen “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” 1839’da ilan edil-di. Tanzimat Fermanı sonraki meşrutiyet ve anayasacılıkcereyanının da başlangıcı sayılabi­lecek unsurlar taşımaktadır. Tanzimat bürok­rasisi padişahın otoritesinin sınırlanmasını esas almalarına rağmen, halkın yönetime katıl­ması yönünde bir fikir ve çaba içinde olmamış­lardır.

Tanzimat dönemi, Osmanlı Devletinin ikti­sadî açıdan batı sömürüsüne kesin olarak açıl­masına zemin hazırladı. Gülhane Hatt-ı hüma­yunundan bir yıl önce İngilizlerle imzalanan Baltalinıam andlaşması, Osmanlı Devletinin iktisaden sömürüye açılmasını süratlendiren önemli bir belgedir.

Tanzimatla birlikte Osmanlı Devleti Avrupa ile bütünleşme, Avrupa devletler camiasına dahil olma arzusunu kuvveden fiile çıkarmaya Çalıştı. Gerek 1856 Islahat Fermanı, gerekse Meşrutiyetin İlanı (1876) aynı zamanda bu yöndeki çabaları belgeleyen metinlerdir.

Tanzimatla birlikte Osmanlı kurumlan İkili karakter taşımaya başladı. Gelenekli kurumla­rın yanında ban tarzı kurumlara yer verildi. Bu durum öğretimden adliyeye kadar geniş bir alanda gözlenebilmektedir. Bu dönemde hukuk ve norm iktibasına geniş ölçüde yöne-Hnmİştir. I.Mcşrutiyetlc birlikte batının anaya­salı ve parlamentolu toplumlarına benzeme yönünde kuvvetli bir adım atıldı.

Tanzimatla birlikte iktidar bürokrasinin eli­ne geçmiştir. Bürokrasi batıda mutlakî yöne­timlerin sınıf savaşları sonucu kısıtlanması sü­recini kendi lehine yorumlayarak padişah ikti­darım bu çerçevede sınırladı.

Bürokratlar ve aydınlar batının İlerilİğini parlamentoya, kralın iktidarının sınırlanmasına ve anayasaya bağlamaktaydılar. Bu mâna­da 2.Mahmud’un ayanla imzaladığı sened-i it­tifak, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları Önemli belgeler sayılır. Bütün bunlar olurken, 2.Mahmud’dan sonra teşkil edilen askerî bürokrasi siyasî hayatta rol oynayabilecek bir güç hâline gelmeye başladı. 1859 Kuleli Vak’ası asekrî bürokrasinin gelişme yönü hakkında fikir verecek mahiyettedir.

1876’da Mithat-Rüştü-Hüseyin Avni ve Süleyman paşalar ve Şeyhülislamın ittifakıyla bîr darbe gerçekleştirildi. Sultan Aziz tahttan indirildi. Böylece ordu siyasî hayatta ilk defa kesin şekilde rol aldı. Neticede aynı yıl Kanun-ı Esasî ilân edildi. Kanun-ı Esasiye dayalı olarak oluşturulan Meclis 1877’de açıldı. Üyelerin 69’u müslüman, 46’sı hıristiyan veya musevî idi. 2.Abdülhamid ertesi yıl Meclisi dağıttı, Kanun-ı Esasî’yi yürürlükten kaldırdı (ilga et­medi). Böylece bürokrasinin iktidara ortaklığı­na son verdi. Halk kitleleri bu hususta Sultan Hamid’i desteklemiştir.

2.Abdülhamİd çeşitli sebeplerle, anayasayı (Kanun-ı esasî) yürürlükten kaldırıp meclisi feshetmesine rağmen batılılaşma yönünde kurumlaşmaları güçlendirerek devam ettirdi. Sultan Abdüthamid’in ayırd edici özelliği, bütün bunlarla birlikte islamcı bir siyaset gütme yönündeki gayretleridir.Meşrutiyetle birlikte ihtilalci batılılaşmacılık

akımı belirleyici olmaya başlamıştır. “Jön Türk, Genç Türk, Yeni Osmanlı” gibi adlarla anılan ihtilalci batılılaşmacılar bütün Abdüîhamid dönemi boyunca bilhassa yurtdışında teşkilatlandılar. 1908’de ihtilalci cemiyetlerden İttihat ve Terakki ayaklanmalar başlattı. Sultan Abdülhamid meşrutiyeti 2.defa ilan etti, Kanun-ı esasiyi yürürlüğe koydu. İttihatçılar önce geri planda kalarak ülkeyi yönetmeyi denediler. Sonra 31 Mart olayını bahane ede­rek iktidara el koydular. Daha sonra da tayin ettikleri sadrıazamı öldürerek (Bab-ı ali baskı­nı) kendileri yönetici oldular. İttihat ve Terak­ki iktidarı batılılaşma yönünde hayli adım attı ve bir bakıma Cumhuriyet döneminin hazırlayıcısı oldu. İkinci Meşrutîyet’ten sonra siyasî partiler ortaya çıktı ama, muhalifler İttihatçıların terörüne hedef oldular. l.Dünya Savaşı­nın kaybı İttihatçıları iktidardan düşürdü.

Batılılaşma yönünde zecrî, cebrî ve bütüncü uygulamalar Osmanlı Devletinin yıkılması, hilafetin ortadan kaldırılması ve Türkiye toprakları üzerinde yeni bir devlet kurulmasından sonra gerçekleştirildi. Osmanlı Devletinin so­na ermesi ve Türkiye Cumhuriyetinin kurulması sürecinde antiemperyalist ve anti-monarşik mücadeleler iç içe geçmiş görünür. Bununla birlikle bugün dahi, l.Dünya Savaşı sonra­sında yaşanan ve “Millî Mücadele”, “Millî Mü-cahede”, “Millî Savaş”, “İstiklâl Harbi”, “Kurtu­luş Savaşı” ve “Yunan Harbi” gibi adlarla anı­lan mücadelenin sonunda Osmanlı Devletinin büyük bir süratle tasfiyesini gerçekçi temelle­re oturtmak imkânına sahip değiliz. Dolayısıyla “yeni Türk devleti”nin kuruluşu ile ilgili gö­rünür ve kayıtlara geçmiş bilgilerimizi aşan arka plan konusunda da aynı şeyleri söylemek durumundayız.

“Cumhuriyet” aydınlar nezdinde idealize edilen bir sistemdi, batının en mütekamil sistemiydi. Halkın hâkim olduğu bir rejimdi. 1923’de Cumhuriyetin ilânından sonra, sonra­dan “Atatürk devrimleri” veya “Atatürk devrimi” olarak adlandırılan gelişmeler yaşanmış­tır. Cumhuriyetle birlikte Türkiye batılılaşma yolundaki bütün engellerden sıyrılmış oldu. Batılılaşma yönündeki devrimler kılık kıyafetten ağırlık ve uzunluk ölçülerine kadar çok de­ğişik alanları kapsıyordu. Öğretimin birleştiril­mesi (yani dini kaynaklı tahsil kurumlarının ortadan kaldırılması), tekke ve zaviyelerin ka­patılması (bir nevi dini klüp durumundaki bu kurumlaşmaların ortadan kaldırılması) şer’i mahkemelerin ortadan kaldırılması ve Latin harflerinin kabulü gibi uygulamalar gelenekçi aydınların tam manasıyla tasfiyesine ve netice olarak ülkedeki siyasî gücün batıcı asker ve sivil bürokrasi elinde merkezileşmesine yol açtı. Netice olarak, “hâkimiyet bila kaydüşart milletindir” şiarıyla ortaya çıkan cumhuriyetçi­ler, çok partililikten kaçındılar ve halk yönetimi değil asker-sivil bürokrat iktidarı kurdular.

Cumhuriyetle birlikteTürkiye’dc demokrasiye halk idaresine geçiş yolunda somut bir örnek ortaya konulmazken (1924’de Terakkiperver ve 1930’da Serbest fırka denemeleri sonuçsuz kalmıştır), batının daha çok faşist yönetim­lerine benzeyen bir tek parti idaresi 2.Dünya Savaşı sonuna kadar yürütüldü. Bu dönemde, Teşkilat-ı esasiye kanunundanTürkiye devleti­nin dini maddesi (ki “din-i islünV’dı) önce çıkarıldı (1928) sonra da yerine 1937’de laiklik il­kesi konuldu. İlk cumhuriyet yöneticilerinin, geri kalış sebebi olarak gördükleri İslamİyctİ terk ederek hıristiyanlığı benimsemeyi ciddî olarak tartıştıklarını Kazım Karabckİr Paşa tarafından ifade edilmiştir. Bu durumda laikliğe yönelme bir ara çözüm olarak kabul edilebilir.

1946’dan itibaren daha çok dış etkilerle çok partili siyasî hayata geçildi. 1946’daki çok partili seçim iktidarın karışması sonucu siyasî sonuçlar doğurmadı. Ancak 1950’de yapılan seçim Türkiye’de seçimli bir iktidar değişikliğine yol açtı. Türkiye o tarihten beri kesintilere rağmen çok partili demokratik bîr sisteme sa­hip oldu.

Çok partili hayata geçildikten sonra, cumhuriyetten sonra oluşturulan din ve inanç üzerindeki baskılar kısmen hafiflemeye başladı. Bu bakımdan bir “normalleşme süreci” yaşanmaya başlandı. Çok ağır işleyen bu normalleşme süreci hali hazırda tamamlanmış değildir. Bu­nunla birlikte, bu normalleşme süreci bile asker sivil bürokrasinnin şiddetli tepkileriyle karşılaştı. Sonraki askerî müdahalelerin gerekçeleri arasında bu normalleşme sonucunda or­taya çıkan sosyal oluşumlara karşı duyulan tepkiler önemli yer tutar.

Türkiye Cumhuriyetinin tek partili dönemi boyunca şeklî batılılaşma yönünde, çok partili hayata geçişten sonra ise idare, kapitalistleşme ve sanayileşme yönünde önemli değişmeler yaşanmıştır. Batılılaşma Türkiye’de halen yaşanan sosyal, kültürel çok sayıda meselenin ve kimlik krizinin asıl sebebi olmak vasfını korumaktadır. Batılılaşma toplumumuzu çok derinden etkilemiş, bununla birlikte direnç un­surlarının ortaya çıkmasına da yol açmıştır, bu­gün kılık-kıyafetten günlük hayatta karşılaşı­lan bir çok davranışlara ve dilde yaşanan de­ğişmeye rağmen batılılaşmanın tam manasıyla gerçekleştiği söylenemez. Bununla birlikte ba­tılılaşma sonucu Türkiye’de hem maddî hem de manevî kültür alanında büyük değişiklikler yaşandığı da kabul edilmesi gereken bîr gerçektir. Türkiye’nin batılılaşma macerasının Avrupa Topluluğuna dahil olmasıyla bir sonu­ca varması beklenebilir. Ancak bu hâlde dahi tam bir entegrasyon (en azından manevî-kül-türel alanlarda) sağlanabileceği söylenemez. D.Mehmet DOĞAN

• Çok sade bir tanımlama ite Batı gibi olmaya Batılaşma, Batılı gibi olmaya da Batılılaşma denebilir. Bir adım ilerisinde Batı Avru­pa’nın siyasî, sosyal, medenî ve kültürel değer­lerinin benimsenmesi/benimsetilmesi söz konusudur. Bugün için ise bu kavram çağdaşlaşma, modernleşme, rasyonelleşme, laikleşme, kalkınma, ilerleme gibi birbirine çok yakın anlamlar ifade eden veya biri diğerini gerektiren kavramlarla eş ya da yakın anlamlı olarak kul­lanılmaktadır.

Bir insan, bir devlet, bir kültür niçin Batılılaşmaya yönelir veya buna mecbur kalır? Burada birbirinden ayrılması hemen hemen imkansız olan iki durum söz konusudur: Bir kültür ortamı, bir yaşama tarzı kendine yeterliliği şu veya bu nedenle kaybettiği bir ruh hâli içinde başka yerlere sarılmak, bağlanmak ihtiyacını duyar; bu taklitle sonuçlanır. İkinci olarak bir siyasî organizasyon, bünyesini tek başına taşıyamayacak, savunamayacak mağlubiyetler­le yüzyüzc geldiğinde güçlü dış baskılara ma­ruz kalır veya kendim ezik hisseder, bu da em­peryalist hareketlere güç katar. Biri içten, biri dıştan gelen bu çok yönlü baskılar Batılılaşma tarihi açısından açıklayıcı özelliklere sahiptir.

Osmanlı ordularının Batılı askerî kuvvetler önünde yenilgilerle karşılaşması ve toprak kayıpları, Osmanlı devlet erkânını, -daha önce küfür diyarı ve kâfir olarak küçümsediği ve bu yüzden tanımaya bile tenezzül etmediği- gücün temsilcisi olan Batı’ya ve Batılıya yönelmeye mecbur etti. İlk anda düşünülen şey yalnızca Batı teknolojisinin transferi ile askerî reformların gerçekleştirilmesi ve bu sayede devletin eski gücüne tekrar erişmesi idi. Bu nokta­da Batı’ya yönelişin bir tercihten çok bir zaru­ret olarak algılandığı görülmekledir. Vurgu­lanması gereken bir diğer husus. Batılılaşma­nın İlk aşamalarında devlet erkanının kendile­rinin manevî üstünlüğü konusunda henüz bir şüphe taşımadığıdır. Fakat ikamet elçilikleri, ordunun ıslahı için getirilen yabancı teknisyenler, tahsil için Avrupa’ya gönderilen öğrenciler gibi aktarıcı ve taşıyıcı unsurlar Batılı de-ğerierİ Osmanlı ülkesine taşıdıkça hem şüpheler, hem de ıslah alanları çoğalma ve yaygınlaş­ma gösterdi.

Denebilir ki, XIX.yüzyılın başlarından 1924 yılına kadar Batılılaşma teşebbüsleri, birbirleriyle çatışan ve çekişen ikili yapılar oluşturmuştur. Bu ikilik devletin organizasyonundan eğitime, adlî teşkilata, günlük hayata kadar yansımıştı. Devletin ve aydınların yerleştir­mek ve yaygınlaştırmak istedikleri genel çerçeve de ikili ve uzlaşmacı bir karakter arzedîyor-du. Buna göre teknik, medeniyet ve maddî ha­yat dıştan alınacak; kültürve manevî hayal İse içten katılacaktır. Böyle bir sentezin ülkeyi kurtaracağı ve kalkındıracağı inancı, Batılılaş­manın bugünlere kadar gelen miraslarının en belirginlerindendir. Ziya Gökalp’in klişeleştirdiği kültür (millî)-medeniyet (uluslararası) yapay ayırımı da buna dayanmaktadır. 1924 martında başlayan ve 1928’e kadar uzanan inkılâplarla Cumhuriyet idaresi bu ikiliği millî unsurlar aleyhine ortadan kaldırmaya yönelmiştir.

Batılılaşma hareketlerinin önündeki en büyük engel, şüphesiz İslâm dini ve bu dinin düşünceye, hayata, günlük ilişkilere yansıyan ahlâk anlayışı idi. İlk ürünlere bakıldığında İslâmiyetin değil müslümanların, yani İslâmm o gün aldığı şeklin eleştirildiği ve dinin esasta ilerlemeye engel olmadığının vurgulandığı görülecektir. Hatta Batılılaşma teşebbüslerinin önemli bir kısmı şer’-i şerif adına ve onun İçin yapılmıştır. Fakat Önce ahlâk anlayışına yöne­len eleştiriler gittikçe dine, dinî düşünce ve ya­şantıya ve Islâmiyete gelip dayanmıştır. 1924’e kadar batılılaşmaya bir destek, bazan da bir kı­lıf olarak ele alınan dinî düşünce, bu tarihten itibaren batılılaşma ve gayrı millî unsurlar lehine safdışı edilerek İkilik kaldırılmaya çalışılmış ve tamamen dünyevî-laİk bir uygulama tercih edilir olmuştur.

Türkiye’de ve diğer İslâm ülkelerinde görülen batılılaşma hareketleri her her şeyden önce yukardan aşağıya ve zorla yerleştirilmiş kısmî ve ikili bir karakterdedir. Bu açıdan Tanzimat’la Cumhuriyet devri uygulamaları arasında esasta fark yoktur. Halk ise bu hareketlere hemen her zaman karşı çıkmış, istikrahla karşılamıştır. Bu nedenle batılılaşma, aynı zamanda idareci kadro ve aydınlarla halkın arasının gittikçe açılmasını, hatta bu farklılaşmanın düşmanlığa dönüşmesini de İfade eder. İleri-ci-gerici sınıflandırmaları yine böyle bir yakla­şımın ürünüdür. Batılılaşmanın empoze edildi­ği ülkelerde demokratik bir geleneğin yerleşememesi de bu tarihî birikimle yakından ilgilidir. Çünkü olup biten şeyleri halk ne istemiştir, ne olması için gayret sarfetmİş, kandök-müştür, ne de benimsemiş, İçine sindirmiştir.

Bugünden geriye doğru bakıldığında batılılaşma hareketlerinin özellikle İslâm ülkeleri ve bu arada Türkiye’nin lehinde sonuçlar vermediği söylenebilir. Osmanlı Devleti, batılılaş­maya resmen karar verdiği ve bunu uygulamaya koyduğu zaman dünya sistemi içinde belli bir yeri olduğu gibi devlet, ordu, eğitim vb. alanlarda da kendine has yapıları, kayda değer özellikleri vardı. Bunlar yenileşme adına zayıflatıldı ve ortadan kaldırıldı, yerine konanlar ise ne eskilerin fonksiyonlarını icra ed bil­di, ne de kendisinden beklenenleri gerçekleşti-rebildi. Bugün kimse gelinen seviyenin (dev­let mekanizması, ordu, eğitim, insan unsuru, düşünce hayatı, kültürel kalite vs.) özgünlüğünden ve yeterliliğinden söz açamazken, “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” aldatamcası hala en yaygın slogan olarak milletin önüne sürülüyor.

özellikle II.Meşrutiyet’ten sonra oluşan fikir hareketleri (İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük) içinde batılılaşmaya bütünüyle karşı olanı yoktur. Bununla beraber tercihini bütünüyle batılılaşmaktan yana koyan ve bu çerçevede din ve milliyeti ikinci ve daha geri sıralara iten akım, Batıcılık (Garbcılık) adıyla anılır.

İsmail KARA – SBA

Batılılaşma

Batılılaşma
yaklaşık 200 yıldır Türkiye’nin kalkınma macerası ve devrimlerin itici gücü olmuştur. Olumsuz bir anlamı da yüklenen bu kavram, antiemperyalist bir mücadeleden sonra elitizmin halk kültüründen kopuşunu ifade etmektedir. Osmanlı’dan cumhuriyete geçiş paradigması modernleşme, ilerleme, gerilikten kurtulmadır.

Osmanlı dönemi

Osmanlı İmparatorluğu feodal, teokratik değil ama ümmetçi bir yapıydı. Batı tipi bir gelişmesi yoktu. Şeriat, devlet işlerinde ana kanun olmasına rağmen, örfi hukuk ve maslahat ile laik bir gelişme de vardı. Yükselme yıllarında şeriat olaylara uygun giderken, gerileme ve çöküş yıllarında olayların şeriata uygunluğu öne geçti. Olayların hızına yetişemeyince ictihad kapısı kapatıldı ki bu gericiliğin başlangıcıdır.

İlmiye sınıfı Osmanlı’da hakim sınıftı. Şeyhülislam, kazasker, kadı, müftü, hocalar. Kamuoyunu bunlar yapıyordu. Batı’daki ruhbanlarla karşılaştırıldığında ruhban sayılmazlardı ancak devlete ve topluma hakimdiler. Seyfiye (ordu) ve kalemiye (idare) onların yanındaydı. Gerilemenin bir sebebi İlmiyenin bozulmasıdır.

Batılılaşma, batı gibi olmadır. Çünkü Batı ilim ve teknikte ilerlemiştir, üstündür, Osmanlı geri kalmıştır, savaşlarda artık yenilmektedir. Üstelik Batı sadece teknik değil medeni üstünlüğü de ele geçirmiştir. O halde Osmanlı da Batı’ya benzeyecektir. Kurumlar değiştirilecek, Batı’ya elçiler ve aydınlar gönderilecektir.

Her tür yenilik girişimi İlmiye ve yeniçerilerin direnişi ile karşılaştı. İlk defa Lale Devri ile yenileşme başladı. Matbaa kuruldu, tiyatro oynandı. Fakat Patrona Halil isyanı çıktı. Ulema ve Yeniçeri gücüyle bastırıldı. Fransız İhtilali sırasında tahta çıkan III. Selim, Nizamı Cedit (Yeni Düzen) hareketini başlattı, bu hareket radikal bir hareketten çok eskiyle yeninin birarada varolması demekti. Bu da yeniçeri isyanıyla, Kabakçı Mustafa isyanıyla patlak verdi. Selim öldürüldü. Batı, isyancılara yardım etmişti.

2. Mahmud ve Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa Senedi İttifak’ı imzaladı. Sekbanı Cedid kuruldu. Ancak Yeniçeriler yine ayaklandı, Alemdar’ın evini bastılar ve Alemlar evi yakarak kendisiyle beraber yaklaşık 300 yeniçeriyi de öldürdü.

2. Mahmud, 1826’da İlmiye’yi yanına çekerek Yeniçeri Ocağı’nı yok etti. Bu büyük bir olaydı. Batılılaşma hareketi esas bu noktada başladı. Padişahın adı gavur padişaha çıkmıştı.

1839’da Sadrazam Mustafa Reşit paşa Tanzimat’ı ilan etti. Gülhane Hattı Hümayunu, bir rönesanstı. Abdülmecid’in, Ali ve Fuat paşaların, Genç Osmanlıların rönesansı. Muhalif aydınları Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya paşa, Agah Efendi ilk Batıcı aydınlar. Meclisi Valayı Ahkamı Adliye ilk Danıştay. Orduda yenileşmeler. Eğitimde Darülfünun, ilk ve orta okullar. Bu dönemde Batılılaşma artık zaruri bir ihtiyaç olmuştu ancak devletin esas unsuru Osmanlılık ve İslam’dı. Batı da Batılılaşmaya mecbur ediyordu. 1856’da Islahat Fermanı ilan edildi. 1868’de Şurayı Devlet kuruldu, yani ilkel bir meclis idaresi. 28 Müslüman, 13 gayrimüslimden oluşan 41 üyeli bu meclis bütçeyi incelemek yetkisine sahipti ama kısa bir sürede sadrazamın nüfuzuna girdi.

1876’da Kanunı Esasi ilan edildi. Meşruti padişahlık. Meclisi Mebusan tam demokratik değildi, karşısında padişah, sadrazam, Heyeti Vükela, Ayan Meclisi, Şurayı Devlet vardı. Meclisi Mebusan’ın 80 Müslüman, 50 gayrimüslim üyesiyle iki kere toplanabildi. 1878’de Abdülhamid meclisi kapattı, bu kapanış 31 yıl sürdü.

1908’de Hürriyetin İlanı, Abdülhamid tarafından Kanuni Esasi’nin yeniden yürürlüğe konmasıyla başladı. Bu, 1909 ve 1911’de değiştirilerek parlamenter sisteme uygun hale getirildi. Ne var ki bu defa da tek partici bir meclis oldu. İttihad ve Terakki ile muhalefet arasında bir kan davası başladı. Batılılaşma hareketleri milliyetçiliğin yükselişiyle canlandı. Üniversitede kadın erkek eşitliği, kadınların iş hayatına atılmaları, milli eğitim, dilde Türkçecilik, Türk Ocakları, İtibarı Milli Bankası, kaza birliği.

Görüşler

* Atatürkçüler:

* ‘Muasır Medeniyet’ seviyesine gelmek gerekir milli değerler kaybedilmeden medeniyet batı-doğu ayrılmaksın millete getirilmeldir.

* Sol:

* Biz Doğuluyuz, asla Batılı değiliz. Batı’nın tekniğini, bilimini alırız.

* İslamcılık:

* Tanzimat’tan beri yapılan devrimler sahtedir, halka rağmendir. Laiklik, dinsizliktir. Cumhuriyetin kendisi hürriyetçi değil istibdattır. Batılılaşmak diye ilim ve teknik yerine dalalet ve sefahat alınmıştır. Bizim kültürümüz İslam’dır. Medeniyetler ayrı ayrıdır. Batı zalimdir, sömürücüdür.

* Sentezciler:

* Batı kültürü taklittir. Oysa milli kültürümüzü Batı tekniğiyle birleştirebiliriz. İslam bunun engeli olamaz. Doğu-Batı sentezi yapmak zorundayız.

* Ulusalcılar:

* Her milletin kendi öz kültürü vardır. Dili, dini, değerleri değişmez. Batı emperyalisttir. Kültür emperyalizmi ile dilimizi, dinimizi bozmak, vatanı parçalamak istemektedir. Sahte aydınlarla Batılaşma olamaz.

* Batıcılar:

* Her şeyin iyisi Batı’dadır, dincilik buna engel olmaktadır.

* Milliyetçiler:

* Türk kültürü esastır. Laiklik, Türk kültürüne göre yorumlanacaktır. Osmanlılık yeni bir anlayışla devam edecektir.

Bütün görüşlerden şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:

1. Batılılaşmanın zorunluluğunda hemen herkes müttefiktir.

2. Bütün görüşlerde Batı’nın bilim ve teknik üstünlüğü kabul edilmektedir.
3. Türk kültüründen kopmadan, taklitçiliğe sapmadan Batılılaşmak mümkündür.
4. İrtica meselesi halledilmedikçe Batılılaşma ileri-geri zıtlaşmasından çıkamaz.