Tarihi Eserler

Babı Hümayun Kapısı, Nerede, Tarihi, Mimari, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Bâb-ı Hümâyun, Topkapı Sarayı denilen Sarây-i Cedîd’in dışarıya açılan en büyük kapısı.

Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’un fet­hinden hemen sonra önce Beyazıt’ta Sarây-ı Atîk’i yaptırmış, bir müddet sonra da şehrin en doğudaki ucunda Sarây-ı Cedîd veya Yeni Saray denilen manzu­menin yapımını başlatmıştır. Bütün Os­manlı devri boyunca padişahların otur­duğu esas mekân olan ve uzun süre dev­letin idare merkezi durumunu da mu­hafaza eden bu saray kompleksi geniş bir alanı kaplıyor ve bunun etrafını Sür-ı Sultanî denilen bir duvar çeviriyordu. Bu sur duvarında açılan kapılar dışarısı ile bağlantıyı sağlıyordu. Bu kapıların en önemlisi, şehrin içinden gelen ana cad­denin (Divanyolu) saraya kavuştuğu yer­de açılmış olan âdeta bir zafer takı gö­rünümündeki Bâb-ı Hümâyun’dur. Kapı kemeri üstünde bulunan Arapça kitabe­de surun, dolayısıyla kapının Fâtih Sul­tan Mehmed tarafından Ramazan 883′-te (Aralık 1478) yaptırılmış olduğu belir­tilmektedir. Kemalpaşazâde surun yapı­mına başlanış tarihini Zilkade 882 (Şu­bat 1478) olarak vermektedir. Sarayın en büyük giriş kapısı olan ve tören alayla­rının yapıldığı Bâb-ı Hümâyun’un üze­rinde başlangıçta bir de köşk bulunu­yordu.

Bâb-ı Hümâyun’un üstündeki köşke Fa­tih Köşkü denildiği de ileri sürülür. Köşk, Yavuz Sultan Selim devrinde (1512-1520) Mısır’dan getirtilen bazı sanatkârlara tahsis edilmiş, ancak daha sonra, bu in­sanların saray kapısından girip çıkma­ları uygun görülmediğinden, onlara baş­ka bir yer tahsis edilerek burası değişik maksatlarla kullanılmıştır (aş. bk.). Alt kattaki odalar ise sarayın kapılarını bek­lemekle görevli Kapıcılar Ocağı’ndan Sa~ rây-ı Hümâyun kapıcılarına ayrılmıştı.

Kapı kemerinin üstünde yer alan Sul­tan II. Mahmud’un (1808-1839] tuğrası, onun devrinde burada bazı değişiklikler yapıldığını göstermektedir. Fakat asıl büyük değişiklik Sultan Abdülaziz (1861-18761 döneminde üstteki köşkün yan­ması üzerine yapılmıştır. Bu sırada köşk tamamen kaldırılarak burası düz bir te­ras biçimine sokulmuş ve etrafına kon­sol çıkmalı bir saçak silmesi yapılmış, terasın kenarlarına da çepeçevre şebe­keli korkuluklar konulmuştur. Eski bir fotoğraftan, aslında taş olan cephelerin taş taklidi ve aralarda geometrik süslemeli tuğla taklidi şeritler halinde sıva­narak bezendiği anlaşılmaktadır. Sur be­deniyle aynı karakterde olan kapının iki yanındaki nöbetçi hücreleri ise mermer kaplanmak suretiyle değiştirilmiş, aynı üslûpta mermer süs kaplaması arka yüz­de de tekrarlanmıştır. Buralara konulan kitâbelerdeki 1284 (1867-68) ve 1285 (1868-69) tarihleri, bu değişikliğin ne zaman yapıldığı hakkında açık bilgi ver­mektedir.

I. Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul işgal edildiğinde Fransız kuvvetleri bil­hassa sarayın Marmara tarafındaki es­ki askerî depolara el koymuş, Bâb-ı Hü­mâyun odalarına da Fransız ordusun-daki Senegalli askerleri yerleştirmişler­di. Topkapi Sarayı Müzesi Rehberi’nüe 1923 yılında bunların çıkardıkları bir yan­gın sonunda ahşap kısımların yandığı bildirilmektedir.

1950’de Müzeler İdaresi’nce Bâb-ı Hümâyun’da bazı restorasyon çalışma­ları yapılmıştır. Bu çalışmalar sırasında cepheler raspa edilerek çürüyen taşlar değiştirilmiş, üstteki teras korkulukla­rı kaldırılmış, fakat bunların altındaki konsollu silme bırakılmıştır. Avlu tara­fındaki arka cephede ise avluya açılan sivri kemerli üç eyvanı kapatan duvarlar kaldırılmış, buralara demir parmaklıklar konulmuştur. Müzeler İdaresi, Bâb-ı Hümâyun’un üstündeki köşk veya kas­rın eski resimlerine göre ihyasını da ta­sarlamış, fakat bu düşünce gerçekleş­memiştir.

16,5 X 39.5 m. ölçülerinde dikdörtgen biçiminde bir kitle teşkil eden Bâb-ı Hü­mâyun, komşu sur duvarları gibi kesme taştan inşa edilmiş heybetli bir yapıdır. Cephede hâkim unsur, alt kısmında kö­şelerde yeşil somaki iki sütunçeye da­yanan yüksek bir sivri kemerdir. Bunun iki yanında daha alçak birer sivri kemer­li nöbetçi hücresi bulunuyordu. 1868 ta­mirinde bunların içleri ve etrafları mer­mer kaplanarak dip duvarlarına Türk neo-klasiği üslûbunda birer “ayna” iş­lenmiştir. Kemerlerin üstlerinde ise bi­rer kitabe vardır. Bunlardan sağdakinde celî-sülüsle “es-Sultânü zıllullâhi fi’l-arz”, soldakinde “Ye’vâ ileyhi küllü maz­lum” (Abdülfettah 1285) yazılmıştır. Bü­yük kemerin içinde kapı menfezinin üs­tünde ise Fâtih devrine ait iki kitabe bulunmaktadır. Bunlardan sivri alınlığı kaplayan ve istif bakımından hat sanatı şaheserlerinden olan celî-sülüs müsen-nâ yazı farklı şekillerde okunmuşsa da doğrusu Hicr sûresinin “İnne’l-müttakl-ne” diye başlayan 45-48. âyetleridir. Bu­nun altında dikdörtgen çerçeve içindeki Arapça inşa kitabesi ise buranın Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırıldığını ve yapım tarihini belirtmektedir. Kapı nişinin iki yan duvarında yüksekte kar­şılıklı iki madalyon halindeki yazılar da hat sanatı bakımından çok değerlidir. Bunlardan sağdaki Saf sûresinin 13. âye­tinin bir bölümü (nasrun mine’llâhi…) ile “yâ Muhammed” lafzını, soldaki ise Bâb-ı Hümâyun’un yazılarını yazan Fâtih devri büyük hattatlarından Ali Sâfi’nin adını ve künyesini içermektedir.

Mermer söveli kapıdan üç bölümlü bir giriş sofasına (veya dehlizine) geçilir. Ka­pı kanatlan dövme demirdendir. Bu so­fanın orta kısmını yüksek bir kubbe ör­ter, üç bölümün üstleri ise daha alçak be­şik tonozlarla örtülmüştür. Bu giriş so­fasının iki yanındaki kapılar, yanlardaki kubbeli odalara ve yukarıdaki asma kat odalarına çıkan merdivenlere açılır. Her­halde evvelce bu merdivenlerden Bâb-ı Hümâyun’un üstündeki köşke de çıkılı­yordu. Asma kat odaları avlu tarafında­ki cephede açılmış pencerelerden ışık al­maktadır.

Bâb-ı Hümâyun kitlesinin birinci avlu­ya bakan cephesi de aynı mimari karak­terdedir. Burada da kapı ve yanındaki hücreler Sultan Abdülaziz zamanında ön yüzdeki gibi mermer kaplanmış ve yazı­larla süslenmiştir. Dış yüzdeki âyetler­den ibaret olan bu yazıları hazırlayan hattat Abdülfettah Efendi’nin (ö. 1896) adı ile öndeki kitabeden bir yi! farklı ola­rak 1284 tarihi görülür. Kapı alınlığının içine, ön cephedeki girift istifli yazının aynen benzeri taklit edilerek işlenmiştir. Yay kemerli kapı açıklığının ortasında da Sultan Abdülaziz’in tuğrası bulunmak­tadır.

Bâb-ı Hümâyun’un üstündeki köşkü sağlam hali ile gösteren eski resimler vardır. Bunların içinde en eskisi, XVI. yüz­yılda Seyyid Lokman’ın Hünemâme’sin­deki minyatürdür. Burada kapı ve köş­kün bütün ayrıntıları gösterilmemiştir. Daha sonraları ise İstanbul’da bulunmuş T. Altom, I. Melling ve G. Fossati gibi res­sam ve mimarlar da Bâb-ı Hümâyun’u gösteren resimler yapmışlardır. Çizdik­leri ve yayımladıkları gravürlere göre bu köşk iki sıra pencere ile aydınlanan,cephelerinde hiçbir çıkması olmayan bir yapı idi. İç düzeni ve süslemesi hakkın­da herhangi bir bilgi olmamakla bera­ber Sedat H. Eldem bu köşkün iç mima­risi hakkında tahminlere dayanan bir çi­zim yapmıştır.

Bâb-ı Hümâyun, üstündeki köşk veya kasrın yok olması ile gerçek hüviyetini bir dereceye kadar kaybetmiş ve 1868 tamirinde cepheleri aslından değişik bir görünüş almış bulunmakla beraber Os­manlı tarihinin en büyük sarayının ana girişi olarak büyük bir tarihî değere sa­hiptir. İstanbul’da fetihten sonra yerle­şen Türk mimarisinin ilk örneklerinden olarak da sanat tarihi bakımından ayrı­ca önem taşır.

Diyanet İslam Ansiklopedisi