Kimdir

Aziz Augustinus kimdir? Hayatı ve eserleri

Aziz Augustinus kimdir? Hayatı ve eserleri: Patristik  felsefenin  en  etkili,  önemli  ve  hiç  kuşku  yok  ki  en  büyük  filozofu,  Batı  Ortaçağı’nın Aquinalı Thomas’ın Hıristiyan felsefesine damgasını vurmaya başladığı 13. yüzyılın sonlarına kadar en büyük  otoritesi  olan Aziz Augustinus ’tur  (MS 354-430). Aydınlanma  teorisiyle Platon’un  anımsama teorisini hatırlatan, Descartes’ın  “doğal  ışık”ında ve Malebranche’da yaşayan, Reformasyon’da etkisi çok fazla hissedilen, kötülük problemi ve insan özgürlüğüne  ilişkin çözümleri bugün bile kabul gören Aziz Augustinus,  düşüncesinde en  çok Platon  felsefesinden etkilenmişti. Aslında o,  saf  bir  filozof,  sistem kuran  bir  filozof  olmayı  hiç  düşünmemişti;  dolayısıyla,  Patristik  dönemin  diğer  filozofları  gibi, teolojiyle  felsefe  arasında  bir  ayrım  yapmadı. Gerçekten  de Aziz Augustinus  felsefeyi  bağımsız  bir disiplin olarak görmeyip, büyük ölçüde Hıristiyanlığın akla uygun içeriğini kavrayabilmek için bir araç olarak değerlendirmişti.  İşte bundan dolayıdır ki  “inanabilmek  için anla; anlayabilmek  için  iman et!” demekteydi. Buna göre, bir teolog ya da Kilise Babası ve bir filozof olarak Aziz Augustinus, pek çoklarına göre Donatizm, Pelegianizm ve Manişeizm benzeri dini sapkınlıkları açıkça tanımlamak suretiyle Hıristiyan ortodoksisini  ifade ve  belirleme  noktasında  en  ileri noktaya  gitmiş  kişiydi. Onun  felsefesi Hıristiyan vahyinden olduğu  kadar, Helenistik  dönem Yunan  felsefesinden de  çıkmaktaydı. Özgünlüğü  kısmen bundan kaynaklanıyordu; yani, onun düşüncesi önemli bir bölümüyle Yunan felsefesi ve Hıristiyanlık arasında gerçekleştirdiği sentezin bir eseri olmak durumundaydı. Özgünlüğü, ikinci olarak da felsefede modern düşünceye, özellikle de Descartes’a özgü bir yaklaşımı, Ortaçağ düşüncesi için çok istisnai bir durum meydana  getiren  ben-merkezli  bir  yaklaşımı  hayata  geçirmesinden  kaynaklanıyordu. Ortaçağ düşüncesinde epistemolojiden etiğe, metafizikten siyaset felsefesine pek çok konuyu ilk kez olarak ele alan filozof olarak Aziz Augustinus, Batı felsefesi literatürüne otobiyografiyi sokmuştu.

(a) Bilgi Anlayışı

Hakikati arayan fakat onu bulamayan  insanın mutlu olamayacağını söyleyen ve kişisel hayatında, kuşkunun yarattığı belirsizlik, sallantı ve acılardan çok mustarip olmuş olan Aziz Augustinus, Tanrıya bilgi konusundan hareket ederek ulaşmıştı. Bundan dolayı, onu en fazla meşgul eden iki soru, “bizim bir şeyi bilip bilemeyeceğimiz” ve “biz insan varlıklarının kesinliğe ulaşıp ulaşamayacağımız, ulaşabildiğimiz takdirde de ona nasıl ulaşabileceğimiz” soruları olmuştu. Başka bir deyişle kuşkuculuğu aştıktan sonra, “sonlu,  sınırlı  ve  değişen,  yalnızca  duyusal  varlıkları  bilmeye  muktedir  olan  insan  varlıklarının kendilerini  her  bakımdan  aşan,  değişmez,  ezeli-ebedi  hakikatleri  nasıl  bilebildikleri”  sorusu  Aziz Augustinus ’u Tanrıya götürdüğü için onun felsefesinde bilgi anlayışı önce gelir.

Aslında Aziz Augustinus ’un Yunan felsefesinden aldığı üç unsur ya da disiplinli  felsefe anlayışı kadar, Platonik felsefeden miras almış olduğu epistemoloji görüşü de Ortaçağ düşüncesine belli ölçüler içinde aykırı  düşen  bilgi  çıkışlı  bir  felsefe  anlayışını  öngörmekteydi.  Söz  konusu  üçlü  sınıflamaya  göre felsefe,  mantık,  fizik  ve  etikten  meydana  geliyordu.  Mantıkla  büyük  ölçüde  diyalektiği  anlayan Aziz Augustinus, fizikten de büyük ölçüde metafiziği anlamaktaydı. Gerçekte söz konusu felsefe türü, ilahi şeylerin  bilimi  olarak  sapientia  (metafizik)  ve  duyusal  şeylerin  bilgisi  olarak  scientia  (fizik)  olarak ikiye ayrılmaktaydı. Bu yüzden Platon’un Timaeos’undan hareket ederken, Hıristiyanlığın ezeli-ebedi hakikatle  zamansal  şeylere  ilişkin  duyusal  inançlar  arasındaki  doğru  ilişkiyi  kurması  gerektiğini düşünen Aziz Augustinus,  önce  bilginin  mümkün  olduğunu  gösterebilmek  için  Akademi  kuşkuculuğuna saldırdı.

Gerçekten de kuşkunun Hıristiyanlığa dönmeden önceki hayatında nasıl olumsuz bir rol oynadığını, onu  hakikate  ermekten  nasıl  alıkoyduğunu  iyi  bilen Aziz Augustinus,  felsefesinde  Septisizmi geçersizleştirdikten sonra, bilgiye ilişkin bir tartışma aracılığıyla Tanrıya erişmenin mümkün olduğunu gösterme yoluna girdi. Nitekim argümanı, kuşkunun mutluluk nihai hedefine dayalı bir yaşayış ya da ahlak  anlayışı  için  bir  engel  oluşturduğunu  gözler  önüne  sermekten  oluşur.  Ona  göre  de  doğanın ilkeleri karanlıktır.  İnsanlar yüzyıllardan beri hayatın ateşten mi, yoksa havadan mı çıktığını; varlığın madde mi yoksa İdea mı olduğunu; ruhun basit mi birtakım unsurlardan mürekkep mi olduğunu sürekli tartışmışlardır. Aziz Augustinus,  her  şey  tartışmalı  olsa  dahi,  kişinin  ne  kadar  kuşkucu  olursa  olsun, kendisinden  kuşku  duyamayacağı  en  azından  bir  olgu olduğunu,  yani  onun  kendi  varoluşundan  asla kuşku duyamayacağını söyler. Ne kadar kuşku duyarsam duyayım, kuşku duyduğum zaman, varolan biri  olarak  kendimin  bilincinde  olurum.  Bildiğimi  düşündüğüm  zaman  aldanabilsem  dahi,  yine  de aldanabilmek için varolmam gerekir. Si fallar sum. İşte  burası,  söz  konusu  sarsılmaz  kanaat,  bilgi  için  bir  temel  sağlar. Aziz Augustinus,  insanın  kendi benliğine ilişkin ilk ve temel sezginin, soyut bir biçimde ayırt edilebilecek olan bütün zihinsel edim ve işlemleri  ihtiva  ettiğini  söyler.  Buna  göre  söz  konusu  ilk  ve  temel  sezgi,  istemeyi,  anımsamayı, düşünmeyi,  hissetmeyi,  dolayımsız  idraki,  yargılamayı  içerir.  O,  bu  tür  dolayımsız  bir  bilgi  ya  da sezginin başka örnekleri de olduğundan emindir.

Aziz Augustinus işte bu çerçeve  içinde, bilgiyi duyusal bilgiden önce rasyonel bilgiye, sonra da gerçek tefekkür  ya  da  sezgiye  dayalı  dolayımsız  bilgiye  yükselecek  şekilde  üçe  ayırır. Buna  göre  bilgide, zaman  içindeki değişen  şeylerin, bu dünyanın  ihtiyaçlarını karşılamak  için gerekli olan bilgisi olarak inanç  ya  da  duyusal  bilgiden  amacı  gerçek  tefekkür,  konusu  akılla  anlaşılabilir  İdealar  olan  hakiki bilgeliğe  doğru  bir  yükseliş  olduğunu  öne  sürer.  Bilgi  duyusal  nesnelerin  ampirik  bilgisinden intelligibiles resin önce rasyonel, sonra da sezgisel bilgisine doğru belli bir sıra içinde gelişir. Nitekim ona göre, birinci bilgi  türü duyusal bilgi, duyular aracılığıyla kazanılan malûmattır. Bu bilgi, bilginin en aşağı derecesi olup, duyuma karşılık gelir ve insanlarda olduğu kadar hayvanlarda da söz konusudur.

Bu bilginin konusu olan varlıklar, zamansaldır; yani, zaman içinde varlığa gelir, belli bir süre sonra da yok olup giderler. Duyumsal bilginin konusu olan varlıklar,  ikinci olarak mümkün ya da olumsal olan  varlıklardır;  yani  onlar  varlığa  gelmeleri  kadar,  gelmemeleri  de  mümkün  olan,  olduklarından başka  türlü  de  olabilen  ve  dolayısıyla,  zorunlu  bir  bilgi  doğurmaya  elverişli  olmayan  varlıklardır.

Üçüncü olarak bu varlıklar, değişirler; sürekli bir değişme süreci içinde bulunurlar. Burada Platoncu bir bakış  açısıyla  hareket  eden Aziz Augustinus,  değişen  varlıklara  ilişkin  gerçek  bir  bilgiden  söz edilemeyeceğini  söyler. Bu düzeyde söz konusu olan bilgi, en  iyi durumda muhtemel, kuşkuya  açık, göreli ve kendisinde zorunlu hiçbir öğe içermeyen olumsal bir bilgi, bir kanaat ya da sanıdır.

İkinci  bilgi  düzeyi  ile biz  insan varlıkları, Aziz Augustinus ’a  göre, duyumsal düzeyden  rasyonel  bilgi düzeyine  yükseliriz.  Duyumsal  bilgi  ile  üçüncü  türden  dolayımsız,  sezgisel  bilgi  arasında  tam  orta noktada bulunan bu bilgide, insan zihni birinci bilgi düzeyinde konu aldığı cisimsel varlıkları, cisimsel olmayan,  ezeli-ebedi  öz  ya  da  standartlara  göre  yargılar,  değerlendirir.  Burada  sözü  edilen  cisimsel olmayan,  ezeli-ebedi  özler  ise  Platon’un  İdealarıdır.  Mutlak  bir  realizmin  savunuculuğunu  yapan, tümellerin  insan  zihninden  bağımsız  olarak  var  olduğuna  inanan Aziz Augustinus ’a  göre,  ezeli-ebedi  ve mantıksal özler olarak İdealar, yetkin standartlar olarak ilahi ideler maddi dünyadaki kismi tezahürleri ya  da  yansımaları  olan  duyusal  varlıklardan,  mantıksal  ve  zamansal  bakımdan  önce  olmak durumundadırlar.  Duyusal  varlıklarla  bu  yetkin  özler  arasında,  suret-orijinal,  kopya-asıl  ilişkisi bulunduğundan,  değişen  tikel  varlıklar,  ancak  asıllarıyla,  orijinalleriyle  yargılanabilirler.  Salt insana özgü  bir  bilgi olan  söz  konusu bilgi  türü,  duyumdan veya  duyumsal  bilgiden,  aklın  katkısını,  zihnin ezeli-ebedi gerçekliklerinin bilgisini içerdiği için üstün olmakla birlikte, duyumsal hiçbir şey içermeyen üçüncü  bilgi  türünden,  duyuları  kullandığı  ve  duyusal  varlıkları  konu  aldığı  için  daha  aşağıdır. Öte yandan, üçüncü bilgi türü, bizatihi kendisi için istenen bir bilgi iken, ikinci bilgi türü eylem amaçlı bir bilgi olup, pratik bir bilgeliğe karşılık gelir.

Üçüncü bilgi türü, en yüksek bilgi türü olarak, şu halde, cisimsel olmayan, ezeli-ebedi ve değişmez gerçekliklerin,  zorunlu  doğruların  temaşaya  dayalı,  doğrudan bilgisidir. Bu  düzeyde  hakiki  bilgeliğe sahip  olan  insanın  rasyonel  ruhu  gerçek  bilgiye  sahip  olurken,  duyusal  dünyayla  sınırlı  kaldığında, hiçbir zaman erişemeyeceği, kesinliğe erişir.

Aydınlanma Kuramı

Gerek  ikinci,  gerekse  üçüncü  bilgi  düzeyinde  söz  konusu  olan,  maddi  olmayan,  ezeli-ebedi  ve değişmez gerçekliklerin, zorunlu doğruların dolayımsız bilgisi, nasıl mümkün olabilir? Sonlu,  sınırlı, değişen  ve  olumsal  bir  varlık  olarak  insan  kendisini  her  bakımdan  aşan  değişmez  doğruların, ezeli-ebedi İdeaların doğrudan bilgisine ve dolayısıyla kesinliğe nasıl ulaşabilir?

Böyle  bir  bilginin  varolduğundan, Aziz Augustinus,  hiç  kuşku  duymaz.  Onun  buradaki  argümanı bütünüyle Platonik bir argümandır. Aziz Augustinus ’a göre, örneğin bir sanat eserine, güzel bir tabloya bakıp, onun güzel ya da çirkin, çok ya da az güzel olduğu yargısına ulaştığım zaman, bu yargı, yalnızca kendisiyle sanat eserini güzellik bakımından yargıladığım nesnel bir güzellik ölçütünün, kişiden kişiye değişmeyen bir güzellik standardının varoluşunu değil  fakat bu nesnel ölçütün bilgisini de gerektirir.

Bu nesnel güzellik standardının bilgisine sahip olmasam, nasıl olur da bir şeye güzel diyebilirim?

Aynı  şey, matematikçinin konusunu oluşturan doğrular, çemberler ve  rakamlar  için de geçerlidir. Geometricinin  tahtaya  çizdiği  doğru  çizgi,  sokakta  gördüğümüz  dümdüz  sopa,  yetkinlikten  yoksun, gelip  geçici  ve  zamansal  şeylerdir,  oysa doğrunun  ya  da matematiksel doğruluğun kendisi, doğruluk İdeası  değişmez.  İkincisinin  varoluşu  ve  bilgisi  olmadan,  nasıl  olup  da  sopanın  ya  da  tahtanın doğruluğuna karar verebilirim? Yine, bir araya getirdiğimiz üç elma ile beş elmanın birlikte sekiz elma yaptığını görürüz. Elmaların kendisinin ve onları toplayan insan zihninin değişken ve zamansal olduğu yerde, matematikçinin elmalardan, duyusal varlıklardan bağımsız olarak topladığı üç ve beş sayılarının sekiz ettiği doğrusu değişmez, nesnel, zorunlu ve ezeli-ebedi bir doğrudur. Dahası, duyumların kişiye özel olduğu yerde, bu doğrular, tüm insanlarda ortaktır.

Aziz Augustinus, bilgi problemini bu şekilde ortaya koyunca,  tıpkı Platon gibi, aralarında ortak hiçbir nokta  bulunmayan  iki  varlık  alanı  veya  gerçeklik  türü  arasında,  bilgi  temeli  üzerinde,  ilişki  kurma problemiyle karşı karşıya kalır. Zira onun öngördüğü kesin bilgi anlayışına göre, bir yanda en azından bir  yönüyle  duyusal, olumsal,  zamansal,  değişken  ve  gelip geçici olan  insan  varlığı, diğer  yanda  ise akledilir, zorunlu, ezeli-ebedi, değişmez ve kalıcı olan İdealar ve zorunlu doğrular vardır. Aziz Augustinus, problemi  bu  şekilde  ortaya  koyduğu  için  bilgiyi  veya  insanın  sözgelimi  erdemin  ya  da  karenin  ne olduğuna  ilişkin  bilgisini,  Aristoteles’in  yaptığı  gibi  bir  tür  soyutlama  sürecine  gönderme  yaparak açıklama  imkânını  daha  baştan  devre  dışı  bırakmış  olur. O,  Hıristiyan  öğreti  gereği,  ruhun  doğum öncesi  varoluşunu  kabul  edemediği  için  anımsama  öğretisinden  de  uzak  durur.  Dahası,  Aziz Augustinus ’un  gözünde  kesin  bilgi,  temsili  veya  dolayımlı  bir  bilgi  değil  de  dolayımsız  bir  bilgi olduğu, kişi gerçek bilgiye sahip olduğunda, kesin bilginin ideal nesneleriyle doğrudan bir temas içinde bulunduğu  için  de Aziz Augustinus anımsama  öğretisini  veya  Descartes’ta  söz  konusu  olan  türden, “doğuştan fikirler” anlayışını da kabul edemez. Aziz Augustinus, işte bu noktada, özel bir aydınlanma teorisinden söz eder. Başka bir deyişle, ona göre, insan zihni ezeli-ebedi, değişmez doğruları, nesnel ölçütleri görebilmek için aydınlatılmaya gerek duyar. Bu aydınlatmanın kaynağında ise Tanrı vardır. Söz konusu aydınlatma, insanın bilgide, zihninin sonluluğunun  yol  açtığı  sınırlamanın  üstesinden  gelmesine  imkân  verir.  Kuramda Aziz Augustinus, epistemolojik  probleme  uygun  bir  metafor  olarak  ışık  metaforunu  kullanır.  Bilgide  insan  zihnini aydınlatan ışık, ona göre Tanrıdan gelir.

Burada  söz  konusu  olan  aydınlatma,  güneş  ışığınıön  gözün  gördüğü  duyusal  nesneler  için gerçekleştirdiği  işlevin  aynısını,  zihnin  bilgide  konu  aldığı  nesneler  için  gerçekleştiren  manevi  bir aydınlatmadır;  yani  tıpkı  güneş  ışığının  cisimsel  ya  da  duyusal  varlıkları  göz  için  görülür  hale getirmesi, görme  için gerekli aydınlığı sağlaması gibi,  ilahi aydınlatma da akılla anlaşılabilir  İdeaları, ezeli-ebedi ve değişmez ya da a priori doğruları zihin için akledilir ya da kavranabilir hale getirir. Zihin bu sayede, ışığın kendisini değil de zorunlu ve ezeli-ebedi hakikatlerle, bu doğrulardaki zorunluluk ve ezeli-ebedilik  özelliklerini  görür. Yine  zihin  böylelikle,  yaratılmış  şeylerle,  değişmez  ve  zaman-dışı İdealar  arasındaki  ilişkiyi,  zorunlu  bir  yargıda  yer  alan  kavramlar  arasındaki  ilişkide  ortaya  çıkan zorunluluk ve değişmezlik unsurlarını kavrar.

(b) Tanrı

Söz konusu bilgi anlayışı ya da  aydınlanma kuramı, Aziz Augustinus ’a, ayrıca Tanrının varoluşu için bir delil sağlar.

Tanrının Varoluşuyla İlgili Argümanı

Buna göre, Tanrının varoluşu  için öncelikle ve  temelde, dış dünyadan, dış dünyadaki nedensellik ilişkisi veya düzen ve amaçtan hareketle a posteriori bir argüman geliştirmeyen filozof, kendi içinden, kendi dünyasından hareket eder. Argümanın hareket noktası, zihnin zorunlu ve değişmez hakikatlerle ilgili kavrayışıdır. Aziz Augustinus ’a göre, zorunlu ve ezeli-ebedi bu hakikatler, sonlu  insan zihninin çok üstündedir,  bundan  dolayı  insan  zihni onların  karşısında  eğilmek  ve bu  hakikatleri  kabul  etmek durumunda  kalır.  İnsan  zihni  bu  hakikatleri  kendince  uydurmadığı  gibi,  değiştiremez  de.  Zihin yalnızca, kendisini aşan bu doğruların bilincine varır ve düşüncesini onlara göre düzenler. Aziz Augustinus, “bu zorunlu ve değişmez hakikatler, insan zihninin üstünde olmasaydı, insan zihninden bağımsız değil de zihne tabi olsaydı eğer, zihin onları dilediği gibi değiştirebilirdi,” der.

O,  tıpkı  imgelerimizin,  kendisinde  ortaya  çıktığı  zihnin  değişken  ve  yetersizliğini,  duyum  ya  da izlenimlerimizin  de  kendilerinden  türedikleri  cisimsel  ya  da  duyusal  varlıkların  maddilik  ve olumsallığını  yansıtması  gibi,  bu  hakikatlerin  de  zorunlu  ve  ezeli-ebedi  bir  varlığı  yansıttığını  veya onların,  bütün  hakikatin  temelini  oluşturan  manevi  bir  varlıkta  temellenmek  durumunda  olduğunu söyler. Biz  insan varlıkları,  insan davranışlarını az ya da  çok adil olan eylemler olarak yargılıyorsak eğer, yargılarımız keyfi ve gelişigüzel olmayıp, zorunlu ve ezeli-ebedi bir ölçüt, öz ya da İdeaya göre olmak durumundadır. Ona göre, bu öz ya da ölçütün ezeli-ebedi ve yetkin bir varlıkta bulunması ya da temellenmesi gerekir. Bu varlık ise Tanrıdır.

Tanrının Sıfatları

Platonik geleneğe mensup bir Hıristiyan filozofu olan Aziz Augustinus için nihai gerçeklik olarak Tanrının  ilk ve en  temel sıfatı, doğallıkla değişmezlik oldu. O da aynen Platon gibi, değişenin, karşıt sıfatlar ya da yüklemler almak suretiyle çelişik bir yapı kazandığı için gerçek olamayacağını savunarak, değişmezliği neredeyse gerçek olmanın alameti farikası yaptı. Dahası, onda da değişmezlik düşüncesi, yine aynen Platon’da olduğu gibi, yetkin bir varlık olarak Tanrı düşüncesiyle yakından ilişkiliydi. Buna göre,  Tanrı  yetkin  bir  varlık  ise  eğer,  O’nun  değişmesinin  veya  değişme  ihtiyacı  içinde  olmasının gerçek  hiçbir  nedeni  olamaz;  çünkü  yetkin  bir  varlıkta  değişmenin,  bir  yetkinlik  kaybı  veya mükemmeliyet  yönünden  bir  eksilmeyle  sonuçlanması mantıksal  olarak  kaçınılmazdır. Gerçekten de hiçbir  şey  yetkin  bir  varlıktan  daha  fazlası  olamayacağına  göre,  değişen  bir  yetkin  varlığın  yetkin olmayan  veya  daha  az  yetkin  bir  varlık  haline  gelmesi  kaçınılmazdır.  Tanrı  için  böyle  bir  şey düşünülemeyeceğine göre, Tanrının sadece yetkin değil fakat aynı zamanda değişmez olduğunun kabul edilmesi gerekir.

Aziz Augustinus açısından  ilahi  gerçekliğin  veya Tanrının  bir  başka  özelliği  de  yaratıcılıktı.  Platonik felsefeden birçok noktada  çok  yoğun bir biçimde  faydalanan Aziz Augustinus ’un ustadan ayrıldığı  birkaç husustan biri,  söz konusu  ilahi yaratma etkinliğinin mahiyeti konusuydu. O, bu bağlamda doğallıkla, Tanrının dünyayı, değişmeye konu olan şekilsiz maddeyi hiçten yarattığını öne sürdü. Dünyanın  ilahi bir  “ol!”  buyruğuyla  hiçten  yaratıldığını  ileri  süren Aziz Augustinus,  sonlu  ve  sınırlı  insan  zihninin Tanrının bu yaratıcı eylemini kavrayabileceğinden emin değildi.

Gerçekten  de  yaratma  ve  Tanrının  mutlak  gücü  konusunda,  Hıristiyan  inancına  uygun  olarak, dünyanın Tanrı  tarafından hiçten, özgürce yaratılmış olduğunu öne süren; Yunanlıların ezeli maddeye biçim  vermekten  oluşan  yaratma  anlayışına  ve  daha  özel  olarak  da  Plotinos’un  türüm  ya  da  sudur öğretisine  karşı  çıkan Aziz Augustinus,  hiçten  özgür  yaratma  ve Tanrının  yüceliği  ve  üstünlüğüyle, dünyanın Tanrıya bağımlılığı konusunda ısrarlı oldu. O, Tanrının bunun dışında, zamanın da yaratıcısı olduğunu, yaratılmamış ve yok edilemez olmak anlamında ezeli-ebedi olduğunu öne sürdü.

Buna  göre, Aziz Augustinus,  Tanrının  kendinden-kaim,  ezeli-ebedi,  değişmez  ve  sonsuz  olması nedeniyle  sonlu  insan  zihni  tarafından  kavranamayan Varlık  olduğunu  öne  sürer. Tanrı,  ayrıca  basit olan, kendisinde bileşik hiçbir yan bulunmayan yetkin Varlık’tır; Tanrıda öz ve varoluş bir olup O’nun bilgeliği  ve  kudreti,  özünün  ayrılmaz  bir  parçasını  oluşturur.  Tanrının  tinselliği,  sonsuzluğu  ve basitliğiyle mekânı, ezeli-ebediliğiyle de zamanı aştığını ifade eden Aziz Augustinus, ilahi gerçekliğin yine mutlak olarak iyi olduğunu belirtmekteydi. Gerçekten de var olmanın iyi olduğu ve en gerçek varlığın en  iyi  olması  gerektiği Aziz Augustinus için  apaçık  bir  şeydi.  Tanrı,  yetkin  bir  bilgiye  sahip  olmasının dışında,  O’nun  gücü  de  sınırsızdır. Yaratılmış  tüm  varlık  türlerinin  O’nda  İdeaları  ya  da  tohumları vardır ve Tanrı bu  İdeaları, kendisinin mümkün  yansıma  ya  da  tezahürleri,  yaratacağı  şeyler olarak, ezeli-ebedi bir tarzda, görmüş ve bilmiştir. Şu halde, söz konusu görü ya da ezeli-ebedi bilgi ediminde, Tanrı her şeyi, insanın özgür eylemlerini bile, önceden bilir.

(c) Değere Dayalı Varlık Görüşü

Aziz Augustinus, Tanrı dünya ilişkisi söz konusu olduğunda, dünyanın ya da varolanların hiyerarşik bir tarzda  düzenlenmiş olduklarını  savundu. Başka bir deyişle,  köklerinin  yine Platon’da  ve Plotinos’da olduğu,  varlıkları  asli  ve  temel  değerlerine  göre  dereceleyip  düzenleyen hiyerarşik  bir  varlık  görüşü benimsemişti. Onun bir değer hiyerarşisini bir gerçeklik hiyerarşisi haline getiren ve dolayısıyla varlık derecelerinden söz eden bu varlık anlayışına göre, bir şey daha iyi ve daha değerli olduğu, daha yüksek bir  değere  sahip  bulunduğu  sürece,  varlık  hiyerarşisinde,  daha  yüksekte  bir  yerlerde  bulunur. Buna göre,  en  yetkin,  en  yüksek  değere  sahip,  en  iyi  varlık  olan  Tanrı,  sadece  varlık  değil  fakat  değer hiyerarşisinin de en  tepesinde bulunmaktadır. Maddi varlıklar,  fiziki şeyler hiyerarşinin en altında bir yerlerdedir.  Buna  karşın,  insanların  ruhları,  Tanrıyla  fiziki  varlıklar  arasında,  ortalarda  bir  yerde bulunmaktadır;  bu  ruhlardan  iyi  insanların  ruhları,  günahkâr  ruhların  üstünde  bir  yerde  olup,  iyi melekler insan ruhlarının üstünde, Tanrının altında bir yer işgal ederler.

İlk bakışta son derece açık ve masum bir varlık görüşü gibi görünen bu hiyerarşik varlık anlayışı, önemli birtakım ontolojik ve etik sonuçlar içerdiği için büyük önem taşır. Buna göre, en değerli, en iyi ve  yetkin  varlık  olan Tanrı  aynı  zamanda,  tüm  varlıkların  en  gerçeği  olan Varlık  olduğu  için  değer ölçütü  doğal  olarak  bir  varlık  dereceleri  anlayışına  götürür. Örneğin  fiziki  ya  da  duyusal  varlıklar, oldukça düşük bir varlık derecesine sahiptirler, hatta  tüm yaratıklar, Tanrıyla kıyaslandığında, hiçliğe yakındırlar.  Başka  bir  deyişle,  onlar  mutlak  bir  yokluk  ya  da  hiçlik  içinde  bulunmamakla  birlikte, tümüyle  ya da  tam anlamıyla gerçek de değildirler. Onlar oluş  içinde olan, değişen, varlığa gelen ve sonra  da  geçip  giden  varlıklardır.  Değer  hiyerarşisinden  gerçeklik  hiyerarşisine  ya  da  varlık derecelerine  geçildiğinde,  bu  kez  ölçüt  iyilik  değil  de  değişmezliktir. Aziz Augustinus ’un  Platoncu  bakış açısı  burada,  açık  ve  seçik  bir  biçimde  ortaya  çıkar:  Değişen,  oluş  içinde  bulunan,  varlığa  gelen tümüyle gerçek olamaz. Şu halde, Tanrının altında bulunan tüm varlıklar, ancak kısmen gerçektirler ve yalnızca  Tanrı,  bütünüyle  gerçektir.  Buna  göre,  değişmenin  yaratıkların  bir  özelliği  olduğu  yerde, değişmezlik Yaratıcının temel sıfatlarındandır.

Değere  dayalı  varlık  hiyerarşisini,  yine  basitlik  ve  dolayısıyla  birlik  açısından  değerlendirmek mümkündür. Buna göre, değişme ve oluş içindeki varlıkların yalnızca kısmen gerçek olduğu görüşü, bu değişme Aristotelesçi bir açıdan analiz edildiği takdirde, varlıkların ontolojik anlamda bileşik varlıklar olmalarını gerektirir. Başka bir deyişle, Tanrıyı Bir ve  iyi diye adlandıran Aziz Augustinus ’un  söz konusu gerçeklik  anlayışında,  iyilik  dereceleriyle  varlık  ya  da  gerçeklik  dereceleri  birlik  derecelerini  içerir. Hiyerarşinin en  tepesinde bulunan en yetkin,  en  iyi  ve  en  gerçek Varlık olarak Tanrı,  aynı zamanda mutlak anlamda bir olan, bileşik olmayan  en basit Varlık’tır. Yani, değişme gibi, bileşik olmanın da Tanrı  tarafından  yaratılmış  varlıkların  bir  özelliği  olduğu  yerde,  değişmezlik  ve  basitlik,  eşdeyişle bileşik olmama, Tanrının başka bir temel sıfatıdır.

Söz konusu anlayışta, değer hiyerarşisi ya da  iyilik derecelerinin gerçeklik hiyerarşisi ya da varlık dereceleriyle  özdeşleştirilmesi, Aziz Augustinus ’ta,  Ortaçağ  felsefesinin  çok  önemli  problemlerinden  biri olan kötülük problemini gözler önüne sermesi bakımından da önem  taşır. Buna göre, hiyerarşide yer alan varlıklar, en iyi ve en yetkin varlık Tanrı olacak şekilde, iyilikten değişen derecelerde pay alırlar.

Bundan  dolayı,  cetvelde,  iyilikten  hiçbir  şekilde  pay  almayan  ve  tümüyle  kötü  olan  tek  bir  varlık bulunmaz.  Kötülüğün  yokluk  ya  da  hiçlikle  eşanlamlı  olduğunu,  kendisinde  iyi  hiçbir  şeyin bulunmadığı  bir  varlıkta  gerçeklik  de  bulunamayacağını,  onun  hiçbir  şekilde  varolamayacağını  dile getiren söz konusu hiyerarşik değer ve varlık  anlayışına göre, varolan her şey,  şöyle ya da böyle  iyi olmak durumundadır.

(d) Kötülük Problemi

Aziz Augustinus ’a göre, bu yüzden dünyada mutlak kötülük diye bir şey söz konusu olamaz. Kötülük, dolayısıyla pozitif bir şey olarak açıklanamaz. Kötülük, ancak ve ancak mevcut olması gereken bir iyi ya da  iyiliğin yokluğu olarak açıklanabilir. Bu çerçeve  içinde, bir şeyin, o normalde daha yüksek bir iyilik  derecesine  sahip  olmak  durumundayken,  bundan  yoksun  olduğu  takdirde  kötü  olduğunu söyleyebiliriz. Bu  durum, Aziz Augustinus ’un  değere  dayalı  hiyerarşik  varlık  görüşü  temele  alındığında, varlık  cetvelinde  daha  yukarıda  bulunan  şeylerin  göreli  olarak  daha  aşağıda  bulunanları  yönetmesi, yönlendirmesi, onlar üzerinde bir güce ve etkiye sahip bulunması gerektiği ama bunun  tersinin hiçbir zaman  söz  konusu  olamayacağı  ilkesiyle  açıklanabilir.  Nedensellik  açısından  ifade  edildiğinde, nedensel  etkinin  kendisini,  aşağıdan  yukarıya  doğru  değil  de  yukarıdan  aşağıya  doğru  göstermesi gerekir.  Buna  göre,  varlık  cetvelinde  şeyler  olmaları  gerektiği  gibi  oldukları,  bulunmaları  gerektiği yerde bulundukları, daha iyi olup daha üstte bulunan altındakini yönettiği ve alttaki varlık da üstündeki varlığa  tabi  olduğu  sürece,  her  şey  düzen  içinde  olup,  adil  bir  biçimde  ayarlanmıştır;  aksi  takdirde, varlıkların düzeni bozulmuş olup, onlar kargaşa ve adaletsizlik içinde kalmışlardır.

Aziz Augustinus,  kötülüğü  işte  bu  çerçeve  içinde  değerlendirir  ve  onu,  nedensel  etkinin  aşağıdan yukarıya doğru gitmesi, daha aşağıdakilerin daha üsttekileri baştan çıkarıp, üsttekilerin alttakilere tabi olması, düzenin bozulması  ya  da  tersine çevrilmesi,  yani  düzensizlik ve  adaletsizlik olarak  tanımlar. Bundan  dolayı,  kötülük,  varlık  cetvelinde  gerçekten  varolan  pozitif  bir  şey  olmayıp  şeylerin  doğal düzenlerinden  uzaklaşmaları,  normalde  varolması  gereken  düzenin  tersine  çevrilmesi  olarak  ortaya çıkar.  Bu  nedenle, Aziz Augustinus ’a  göre,  dünyada  kötülüğün  ne  zaman  ortaya  çıktığını  sormak,  daha aşağıda bulunan şeylerin nasıl olup da daha yüksek varlıklara yön verebildiklerini sormaktır. Buna göre insanda  ruh,  bedeni  ve  bedenin  araçlarını,  bütünün  amacına  uygun  olarak  yönlendirmek durumundayken,  kötülüğün  ortaya  çıkışı  bu  düzenin  bozulması,  ruhun  akıllı  parçası  tarafından yönetilmek ve sınırlandırılmak durumunda olan tutku, duyusal istek ve cinsel arzuların ruha tahakküm etmesi anlamına gelir.

Bundan  dolayı,  ister  ahlaki,  ister  fiziki,  ister  metafiziksel  bir  çerçeve  içinde  ortaya  çıksın, kötülüğün  sorumluluğu, Aziz Augustinus ’a  göre, Tanrıya  değil  de  insana  aittir.  Her  şeyin  yaratıcısı  olan Tanrı,  onları  adil  bir  biçimde,  yani  her  birine  hakkını  vererek,  bulunmaları  gereken  yer  ve  sahip olmaları gereken düzen içinde yaratmıştır. Fakat bu düzen bir şekilde bozulmuş ve tersine çevrilmiştir. O, bunu özgür  iradesiyle  insanın yapmış olduğunu  söyler:  İnsan, özgür  iradesiyle daha aşağı şeylerin daha yüksek şeyler üzerinde güç ve değer kazanmalarına neden olmuştur; kötülük, yaratılmış iradenin, Tanrıya yüz çevirmesinin, sonsuz Tanrıdan uzaklaşmasının bir sonucu olmak durumundadır.

(e) Günaha İlişkin Açıklaması

Gerçekten  de  etik  anlayışında  adaleti  ve  erdemi  tanımlayacak,  insanı  kurtuluşa  götürecek  yolu gösterecek olan Aziz Augustinus,  ilk  günahla  ilgili yorumunda,  insan davranışının  standartlarını  ahlaklılık öncesi birtakım teorik ilkelerden çıkartmaya çalışır.

Değere dayalı varlık hiyerarşisinden, değerle olgu veya varlık arasında öngördüğü yakın  ilişkiden de  belli  olduğu  üzere,  onun  öngördüğü moral  düzenin  kökleri  spekülatif  akıl  tarafından  tesis  edilen doğal  bir  düzende  bulunmak  durumundadır.  Buna  göre,  en  yüksek  anlamda  veya  en  gerçek  adalet varolan her şeyin akla uygun olarak doğru bir biçimde düzenlenmesini gerektirir. Sadece insanda değil fakat  toplumda  ve  varlık  alanında da  yukarıda  olanın  daha  aşağıda  olanı  yönetmesi,  şekillendirmesi düzenin  ve adaletin bir  gereğidir. Başka bir deyişle, gerek  insanda  ve  gerekse  toplum düzeninde, bu düzen  daha  aşağıda  olanın  yüksekte  olana  tam  ve  evrensel  bir  tabiiyetini  gerektirir.  İşte  böyle  adil, ahenge dayalı bir düzen sözgelimi insan bedeni ruhu, aşağı itki, dürtü, istek ve arzuları aklı ve aklının kendisi de Tanrı tarafından yönetildiği zaman varolur.

Böyle  bir  düzen  ya  da  hiyerarşinin  iyi ve  erdemli müminler bilge  yöneticilere,  ilahi  yasaya  itaat etmek  durumunda  olan  iyi  yöneticilere  tabi  oldukları  zaman  toplumda  da bulunması  gerektiğini öne süren Aziz Augustinus ’a göre,  insan ilk adalet durumu  içinde kalsaydı, yani günaha boyun eğmesiydi eğer, bu yetkin uyum hali varlığını devam ettirecek,  insanlar maddenin  tahakkümü altında kalmayıp, başka insanlara  boyun  eğmeyeceklerdi. Bu  ahengi  ve  adalet  düzenini  bozan  şey,  insanın  ilk  günahı,  onun Tanrıya başkaldırmış olması ya da hemcinsleri üzerinde egemenlik tesis etme arzusu göstermesidir. Bu açıdan bakıldığında, ilk günahın ilahi yasanın insan tarafından ihlal edilmesinden, bu ihlalin bir sonucu olarak bedenin ruha başkaldırmasından başka bir şey olmadığı açıklıkla ortaya çıkar.

Bu, aynı zamanda kötülüğün ya da en azından kötülüğün bir bölümünün dünyaya girişini açıklayan bir  olgu  olmak  durumundadır.  Buna  göre,  Aziz  Augustinus  Tekvin’deki  açıklamaya  bakarak, başlangıçtaki yetkin ahengin ve adalet düzeninin bozulmasından, şeytan tarafından kandırılarak yasak meyveyi yiyen Âdem’in Tanrıya başkaldırısının sorumlu olduğunu dile getirir.

Kötülüğün,  olması  gereken  iyiliğin  yoksunluğu  olduğunu  bildiren Aziz Augustinus ’a  göre,  kötülük yoksunluk  olduğu  için  meleklerin  de  insanın  da  kötü  iradesinin  fail  nedeni  olmasından  söz  etmek mümkün  değildir.  Bu  yüzden,  o  Âdem  ile  Havva’nın  Şeytan  tarafından  ayartılışından,  sadece Tekvin’deki  açıklamaya  sadık  kalabilmek  için  söz  eder.  Başka  bir  deyişle,  Âdem  ile  Havva’nın Şeytan’ın  sırnaşmalarına  teslim  olmalarının  nedeni,  doğrudan  doğruya  Şeytan’ın  kendisi  değil  de onların  iradelerinin  zaten  bozuk  ya  da  kusurlu  olmasıdır. Bu  nedenle,  insanın  düşüşünün  nedeni  bir anlamda Şeytan olsa bile, onun düşüşünün daha temel bir anlamda nedeni, insanın iradesinde bulunan asli bir kusur olmak durumundadır.

(f) Etik Anlayışı

İnsanın düşüşünü günah ve dolayısıyla onun Tanrıya başkaldırısı yoluyla bu şekilde açıklayan Aziz Augustinus, bu kez etik anlayışında, insanın kurtuluşunu ebedi saadet düşüncesi içinde, erdem ve Tanrı aşkı yoluyla ifade etmeye çalışır. Gerçekten de insanın ahlaki durumunu yine söz konusu değere dayalı varlık hiyerarşisiyle ve bir yandan da insan doğasına ilişkin düşüncelerini, Tanrının doğası ve yaradılış olgusuyla  ilgili değerlendirmelerini bir araya getirerek açıklayan Aziz Augustinus ’a göre,  insan yaşamının doğal  amacı, mutluluktur;  bu  apaçık  bir  şey  olup  insan  varlığı  yaşamı  boyunca mutluluğu  arayacak şekilde kurulmuştur. Bu, hiç kuşku yok ki yeni bir düşünce değildir; nitekim modern çağda da insanın nihai  amacının  mutluluk  olduğu  söylenecektir  ve  Augustinus’tan  önce  Yunanlılar  da  aynı  şeyi söylüyorlardı. Aziz Augustinus ’un yeniliği, mutluluğu  farklı bir biçimde  tanımlamasından ya da daha doğrusu insanın doğal amacına doğaüstü bir öğe eklemesinden meydana gelir.

Aziz Augustinus ’a göre, insanın mutluluğu Tanrıda aramasının nedeni, katışıksız bir biçimde doğal olan tek bir  insan bulunmaması,  insan varlığının doğanın ürünü,  tabiat  tarafından yaratılmış olan bir varlık olmamasıdır. İnsan Tanrı  tarafından yaratılmış olup, kendisinde bu yaradılışın  izlerini hep  taşır. O, bu durumu ünlü aşk teorisiyle açıklar. Ona göre, insan zorunlu olarak, sonlu ve eksikli oluşundan dolayı, tamamlanmak  arzusuyla  sever.  İnsanın  aşkının  belli  nesneleri  vardır.  İnsanın  aşkına  konu  olan  bu varlıklar  arasında,  (i)  madde  ve  fiziki  nesneler,  (ii)  başka  insanlar  ve  (iii)  kendisi  vardır.  Bu varlıklardan her biri, aşk sırasında insanın ihtiyaçlarının belli bir bölümünü karşılar ve insana belli bir doyum ve mutluluk sağlar. Dahası, bu varlıkların hepsi Aziz Augustinus ’un varlık cetvelinde yer aldıkları, Tanrı tarafından yaratılmış oldukları için  iyi olmak durumundadır. Aziz Augustinus ’a göre, sorun, öyleyse, insanın  sevgisinde,  onun  aşkının  farklı  objelerinde  değildir.  Sorun  ya  da  ahlaki  problem,  insanın aşkının nesnelerine bağlanma tarzıyla, o nesne ile ilgili beklentilerindedir. Buna göre, insanlar mutsuz, sefil ve bir çalkantı içinde olduklarından, aşkta mutluluk ararlar, aşk yoluyla tamamlanmayı umarlar. Aziz Augustinus ’a  göre  insanların  aşkı  doğuran  isteklerinin  farklı  olmasının  yanı  sıra,  onların  aşk nesnelerinin  ve  dolayısıyla  çeşitli  aşk  türlerinin  ürettiği  sonuçlar  da  farklıdır. O,  insanın  çok  çeşitli ihtiyaç  ve  istekleriyle  bu  ihtiyaç  ve  istekleri  karşılayacak  nesneler  arasında  belli  bir  mütekabiliyet olduğu  düşüncesindedir.  Zaten, Aziz Augustinus aşk  etiğinde,  aşkı  insanın  ihtiyaçlarıyla  bu  ihtiyaçları karşılayacak nesneler arasındaki ahenkli  ilişki şeklinde tanımlar.  İnsanın  ihtiyaçları ölçümlenebilir bir nicelikte olduğundan, bu ihtiyaçları karşılayacak uygun nesneler de ancak bu nicelik ölçüsünde doyum sağlayabilirler. Örneğin  biz  ekmek  ve  çeşitli  gıdaları  sever  ve  onları  açlığımızla  orantılı  bir  nicelik içinde tüketiriz. Bununla birlikte, insanların bütün ihtiyaçları fiziki gereksinimlerden meydana gelmez. Örneğin biz, sağladıkları estetik doyumdan ötürü, sanat eserlerini de severiz. Daha yüksek bir düzeyde ise insanlara duyduğumuz aşk yer alır. Bu aşk bize, belli ölçüler içinde mutluluk sağlar hem niteliksel ve hem de niceliksel olarak haz verir. Bununla birlikte insanın ihtiyaçları, aşkın, bu ihtiyaçlara denk düşen nesnelerinin değiştirilmesiyle karşılanamaz; aşkın bu objelerinden hiçbiri diğerinin yerine geçemez ve asla kendisinden beklenenden daha  fazlasını  sağlayamaz. Örneğin  hiçbir maddi  zenginlik,  insana  duyulan  sevginin  ve  bir  insanla kurulan sağlam bir dostluğun yerini tutamaz. Öte yandan, insanın bir de tinsel ihtiyacı vardır. Başka bir deyişle, Aziz Augustinus ’a göre, sonlu bir varlık olan insanın doğası o şekildedir ki ona en yüksek ve gerçek doyumla mutluluğu yalnızca sonsuz varlık olan Tanrı sağlayabilir. Tanrıyı sevmek, insanın mutluluğu için vazgeçilemez bir şeydir çünkü insana özgü bir ihtiyaç olan sonsuzluk ihtiyacını yalnızca sonsuz bir varlık olarak Tanrı karşılayabilir.

Aşkın  farklı,  ancak  meşru  objeleri  birbirlerinin  yerini  alamıyor,  biri  diğerinden  bekleneni sağlayamıyorsa  eğer,  aşkta,  sonlu  bir  nesne  veya  insan  da  sonsuz  bir  varlık  olarak Tanrının  yerine geçirilemez. Maddi  varlıklar,  başka  insanlar  ve  kendisi,  insanın  aşkının meşru  objeleri  olabilmekle birlikte,  insanın  bunlardan  birine  duyduğu  aşk,  insan  bu  varlıkları  gerçek  ve  nihai  bir  mutluluğa erişmek  amacıyla  sevdiği  zaman, Aziz Augustinus ’a  göre,  kötü  ve  düzensiz  bir  aşk  haline  gelir. Kötü  ve düzensiz aşk, aşkın Tanrı dışındaki nesnelerinin herhangi birinden, onun gerçekte verebileceğinden ya da  sağlayabileceğinden  daha  fazlasını ümit  etmekten,  varlık  cetvelinde  daha  üstte  bulunanların  daha alttakileri  yönlendireceği  yerde,  daha  aşağıda  bulunan  varlıkların  daha  üsttekilere  tahakküm etmesinden,  insanın  manevi  ihtiyacını  karşılayan  Tanrıya  yöneleceği  yerde,  maddeye,  duyusal istekleriyle cinsel arzularına yenik düşmesinden oluşur.

Düzensiz aşk kötü bir şey olup, insan davranışında birtakım bozukluklara neden olur, insanda kibre yol  açar. Aziz Augustinus ’un  görüşüne  göre,  bütün  bu  bozukluk  ve  düzensizliklerin,  kibrin  temelinde  ise insanın kendi kendisine yeter olduğu inancı vardır. Oysa ona göre, insan eksikli bir varlık olup ne fiziki bakımdan, ne duygusal yönden ne de manevi bakımdan kendisine yeten biridir. İnsanın, onu Tanrıdan uzaklaştıran  kibri,  o  sonsuzluk  ihtiyacını  sonlu  varlıklarla  karşılamaya  çalıştığı  için  her  türden düşkünlüğe  yol  açar.  Örneğin  onun  başka  bir  insana  duyduğu  aşk,  bu  ilişkiden,  karşıdaki  insanın verebileceğinden fazlasını elde etmeye çalışmasından dolayı, kendisi için doyumsuzluk yarattığı kadar, bu ikinci insan için de yıkıcı olabilir. Buna göre, kendisindeki en temel isteği karşılamak üzere, Tanrıya yönelmekten,  Tanrıyı  sevmekten  geri  duran  insan,  tüm  maddi  isteklerini  karşılamasının  kendisine huzur ve mutluluk getireceği inancıyla umutsuz bir çaba içinde sürüklenebilir, olmazı gerçekleştirerek delik fıçıyı umutsuzca doldurmaya çalışır.

Aziz Augustinus ’a  göre,  bütün  kötülüklerin  kaynağında,  söz  konusu  düzensiz  aşk  vardır.  Fesat, kıskançlıklar,  doyumsuzluk,  açgözlülük  ve  adaletsizlikler  hep  ondan  çıkar.  Düzensiz  aşk  düzeni bozulmuş  uyumsuz  insanlara,  düzeni  bozulmuş  insanlar  da  düzensiz  aile  ve  toplumlara  yol  açar. Öyleyse düzenli bir  toplum kurmanın en önemli  yolu,  insanın kendisini ve dolayısıyla aşkını düzene sokmasıdır; onun, aşkının, başta Tanrı olmak üzere,  farklı nesnelerini, uygun ölçülerde ve gereği gibi sevmesini  sağlamaktır.  Bu  yapıldığı  zaman  ancak  insan  erdemli  olup,  ebedi  saadete  erişme  yoluna girer.

(g) Devlet anlayışı

Aziz Augustinus ’un  siyaset  felsefesi  ya  da  devlet  anlayışı,  birçok  filozofta  olduğu  gibi,  onun  etik  ve dolayısıyla metafizik anlayışına bağlıdır. Aşkın, yalnız bireyin değil fakat bireylerden meydana gelen bir  toplumun da  itici gücü olduğunu öne süren  filozof,  aşk  türlerinden hareketle ünlü yeryüzü ya da dünya devleti ve gökyüzü ya da Tanrı devleti ayrımına ulaşmıştır. Buna göre, nasıl ki biri iyi ve uygun aşk diğeri de kötü ve düzensiz aşk olmak üzere, iki tür aşk varsa, bu ayrımın iki ucuna karşılık gelecek şekilde, biri yeryüzü devleti, diğeri de Tanrı devleti olmak üzere iki devlet anlayışı vardır. Aziz Augustinus, işte  bu  çerçeve  içinde,  Tanrıya  yönelmek  yerine  maddeye  yönelen,  Tanrıdan  çok  yeryüzünü  ve kendilerini  sevenlerin,  ruhları  tensel  yönlerinin,  duyusal  isteklerinin  hizmetine  girmiş  olanların  bir araya  gelerek  yeryüzü  devletini,  buna  karşın  iyi  ve  gerçek  aşk  içinde  olup,  ruhsal  yönlerini  temele alarak yaşayan ve Tanrıyı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştiklerini söylemiştir.   Aynı noktaya başka bir yerden, yani insanın sosyal doğasından hareketle ulaşmayı denediğimizde, Aziz Augustinus ’a göre, Tanrı tarafından insana bahşedilen özellik ya da yetkinlikler arasında bir de sosyal bir doğanın bulunduğunu söylememiz gerekir; bu tabiat Âdem’in cennetten kovulmasından sonra da şu ya da bu ölçüde korunmuştur. İnsanlar işte bundan dolayı, barışa erebilmek için aileler halinde yaşar ve devletler halinde örgütlenirler. Fakat tıpkı doğal ahlaklılığın, yeryüzü sevinçlerinin peşinde koşmasının insanı  gerçek mutluluğa,  ebedi  saadete  götürmeye  yetmemesi  gibi,  gelip  geçici  politik  devletler  de insanı  ebedi  bir  barış  içinde  yaşatmak  için  yeterli  olmazlar. Gerçek mutluluk  gibi,  gerçek  barış  da Tanrının  inayetine  ihtiyaç  duyar.  İşte  Tanrının  insanları  kurtarılmayı  bekleyen  gerçek müminler  ve günahkârlar olarak  ikiye ayırmış olması, biri Tanrı ya da Gökyüzü Devleti, diğeri  ise  İnsanın Devleti veya Yeryüzü Devleti olarak iki ayrı devletin doğuşuna yol açmıştır.

Aziz Augustinus bu bakış açısını siyaset felsefesinden başka,  insanlık  tarihine de uygulamıştır. İnsanlık tarihini Gökyüzü Devletiyle Yeryüzü Devletinin,  başka  bir  deyişle,  insanın  bedensel  ya  da  duyusal yanıyla  ruhsal  ya  da  tinsel  yanının  çatışmasının  bir  tarihi  olarak  gören Aziz Augustinus ’a  göre, Yeryüzü Devleti, iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen şeytanın krallığıdır. Buna  karşın,  Gökyüzü  Devleti,  Yahudi  halkında  ortaya  çıkan,  kendisini  Hıristiyanlık  inancı  ve Kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır. O, Yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira bu devletlerin geçici olduğunu, Gökyüzü Devletinin son  çözümlemede  zafer  kazanacağını  söyler.  Onun  gözünde  Hıristiyanlık  ve  Kilise,  Gökyüzü Devletinin  etkisini  duyurmaya  başladığını  gösteren  yapıtaşlarıdır.  Gerçekten  de Aziz Augustinus ’a  göre, Gökyüzü Devletinin yeryüzündeki temsilcisi Kilise’dir.

Bununla  birlikte, Gökyüzü Devleti,  göklerde  ya  da  öte  dünyada  Tanrının  yönetimi  altında  olan devlet;  Yeryüzü  Devleti  ise  bu  dünyadaki  devlet  değildir.  Başka  bir  deyişle, Aziz Augustinus Kiliseyi, Gökyüzü ya da Tanrı Devletinin  temsilcisi olarak görmekle birlikte, Yeryüzü Devletini bu dünyadaki devletlerle,  Gökyüzü  Devletini  ise  Kilise  ile  özdeşleştirmekten  sakınır.  Çünkü  bu  ikisini özdeşleştirseydi eğer, tüm Hıristiyanların Tanrı devletinin vatandaşları olarak günahın kirinden arınmış olduklarını söylemek, Yeryüzü Devleti  şeytanın yarattığı bir devlet olduğu  için kralların buyruklarına uyulmamasını istemek durumunda kalacaktı. O, Yeryüzü Devleti ve Gökyüzü Devleti ayrımıyla, daha çok kötü yönetimlerle iyi yönetimleri anlatmak ister. Buna göre, Gökyüzü Devleti dünya devletlerinin örnek  almaları  gereken  ideal  ve  ebedi  bir  devlettir.  Tanrının  yönetimi  altında  olan,  yürekleri  Tanrı sevgisiyle  dolu  insanları  birleştiren Gökyüzü Devletinde  günah  yoktur.  Günah  olmadığı  için  de  ilk günahın eseri olan mülkiyet ve kölelik de bulunmaz. Bundan dolayı, Gökyüzü Devletinde eşitlikçi bir düzen vardır. Gökyüzü Devletinde, prens uyruklarına sevgiyle hizmet eder; Tanrı devletinde uyrukları prense uyar, prens ise belli bir tabakanın ya da kendisinin iyiliğini değil de herkesin iyiliğini düşünür.

Burada, prens ya da yönetici, yönetmekten çok, hizmet eder. Yeryüzü  ya  da Dünya  Devletinde  ise  ilk  günahın  ürünü  olan madde  hırsı, mülkiyet,  kölelik  ve eşitsizlik  vardır.  Burada  prens  ya  da  yönetici,  boyun  eğdirdiği  halkın  iyiliğini  düşünerek  değil, “egemenlik  tutkusu”  ile  “tahakküm  etme  arzusu”yla, başkalarına  üstün olmak,  onlara  baskın  çıkmak hırsıyla yönetir. Oysa Tanrı, Aziz Augustinus ’un hiyerarşik dünya görüşüne göre, yaradılışın en yüksek ve en  değerli  eseri  olan  insanı  başka  insanlara  değil  de  hayvanlara  egemen  olması,  duyusal  yanlarını sınırlaması için yaratmıştır. Aziz Augustinus ’a göre, Yeryüzü Devleti, onun esaslarını belirlediği ve ideal bir model olarak gördüğü Gökyüzü Devletine olabildiğince benzemek durumundadır. Bu  ise ancak aşkla insanların  aşkın  nesnelerine  hak  ettiği  değeri  vermeleriyle,  Yeryüzü  Devletindeki  Tanrı  Devleti vatandaşlarının sayısının artmasıyla olur.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci

Aurelius Augustinus kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (354-430) Kuzey Afrikalı tanrıbilimci. Felsefe ile Hıristiyan inançlarını uzlaştırmaya çalışarak dinden kaynaklanan bir öğ­reti kurmuştur. Cezayir’de, Thagaste’de doğdu, Kartaca’da öldü. Önce öğrenimim tamamladığı doğduğu kentte sonra da Kartaca’da felsefe okuttu. Roma’ya daha sonra da Retorik okutmak üzere Milano’ya gitti. Hıristiyan­lık’] benimsedikten sonra öğretmenliği bıraktı (389). Aziz Augustinus Cicero’nun bugün elde bulunmayan Hortensius adlı yapıtını okuduktan sonra Milano’da Yeni-Platonculuk’u ve Hıritıyanlık’ın bu kurama getirdiği açıklamaları öğrendi. Kuzey Afrika’ya geri dönerek birkaç arkadaşıyla birlikte yarı dinsel bir topluluk oluşturdu, iki yıl sonra din adamı olarak görev alınca bu topluluk dağıldı. Bu arada felsefe konularını işleyen yapıtlar da vermeye başlamıştı. Yapıtları arasında en önemlisi olan ve kendi ruh gelişimini konu alan Confessiones, düşüncelerinin ana çizgilerini tanrıbilimci bir çerçeve içinde verir.

Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne tanık olma­sı, düşüncelerinin oluşmasında belirleyici olmuştur. Yapıtları Roma’nın kalıntıları içinden doğan “Hıristi­yan felsefesi”nin biçimlenmesinde kaynak niteliğin­dedir.

Aziz Augustinus bir Hıristiyan felsefesinden sözeder. Bu niteleme onun için bugün uyandırdığı çelişkili izlenimden uzak bir anlam taşır. Felsefeyle ilgili bir araştırmanın nesnesi olabilecek her şeyin Hıristiyan­lık’ta bulunduğunu savunmuş, Yeni-Platonculuk’u da bu amaca uygun görmüştür. Felsefeye şu temel soruyla girdi: “Felsefeden bilgeliği aramayı ve bilgelik sevgisini anlıyorsak, çoktanrıcılık gerçek ve tek felsefe olan Hıristiyanlık’tan daha iyi bir felsefe üretebilir mi?”

Hıristiyanlık’ı benimsemesinden sonra, bu dini insanı mutluluğa götüren tek yol, dolayısıyla da tek gerçek “felsefe” olarak gördü. Aziz Augustinus ’a göre, Hıristiyanlık’ı onun bildiği filozoflardan, özellikle de Yeni-Platoncular’dan ayıran, dünya, insan, Tanrı konusundaki görüş ayrılıkları değildir. Bu nedenle Hırıstıyanlık’ın görüşleri ile Yeni-Platoncu görüşleri bağdaştırmaya çalıştı. Yeni-Platoncular’ın görüşlerin­de Tanrı, kutsal üçlü ve insan ruhu konusunda Hıristiyanlık’ın öğretisine koşut görüşler olduğunu ileri sürdü. Onlarda bulamadığı ,tek şey, İsa’nın yeniden doğuşu görüşüdür. Bu konu Augustinus için çok önemlidir. Çünkü, kilisenin öğretisi ile filozofla­rın öğretileri arasındaki temel ayrılık buradadır. Ona göre bilgelik sevgisi, tanrıbilimci bir anlam içinde, Hıristiyanlık’ın ilkeleri ile bağdaştırabilir.

Aziz Augustinus, Platon ve Yeni-Platonculuk’tan çok etkilenmiş, onlardan aldığı felsefe kavramlarını kendi anlayışına göre yorumlayarak dinle felsefeyi uzlaştır­maya çalışmıştır. Onu, İlk Çağ felsefesinden kaynak­lanan görüşlerinden arındıran ve kendine özgü bir düşünce biçimi oluşturmasını sağlayan bu anlayış olmuştur. Onun anladığı felsefe insanları mutluluğa ulaştırma yoludur. Bu mutluluk Tanrı’nın katında gerçeğin gözlenmesidir. Hıristiyan felsefesi ile eski Yunan düşüncesi arasındaki ayrım, birincinin, kutsal eylemlerin vahy yoluyla tanrısal bir sunuluş olmasına dayanmasıdır. Aziz Augustinus ’un felsefesi, felsefe ve tanrıbilim arasındadır. Üzerinde önemle durduğu konu, usun Hıristiyan felsefesi içinde tuttuğu yerdir. Onun inanca, tek başına, bu felsefe içinde yer vermeyişinin nedeni, inancın bütünlüğe ulaşamamış, yetkin olma­yan yapısından dolayıdır. Aziz Augustinus ’un düşünce or­tamında inanç bir başlangıçtır. Konuyu anlamak için gerekli bir ilk adım olmaktan ileri gidemez. Bu nedenle Credo ut intelligam (anlamak için inanıyo­rum) demiştir. Buna göre de inanç ustan önce gelir; çünkü insan, inanç olmadan, us nesnesi olan, mutlu­luğa erişemez. Bir yönden de inancın usa göre ikincil bir önemi vardır. Çünkü o kör bir benimsemedir, oysa us zihine sezgi gücü sağlar.

Aziz Augustinus ’a göre bilgi, ruhun işlemleriyle orta- ya çıkan, “us ile donatılmış ve gövdeyi yönetmeye elverişli bir töz”ün ürünüdür, insan gövde ile ruhtan oluşmuş bir bütündür. Bunlardan herhangi birinin eksikliği de insanın olmaması demektir. İnsan her ne kadar bu iki nitelikten oluşuyorsa da yine tektir, birdir. “İnsan, görebildiğimiz kadarıyla, maddi bir gövdeyi kullanan usla donatılmış bir ruhtur.” Ruh her ne kadar gövdeden ayrıysa da, gövdeye göre yönlen­dirici bir işlevi vardır. Bu açıklamada temel görüş, Platon’dan alınmıştır. Aziz Augustinus bu görüşü, kendi Hıristiyan felsefesini de ekleyerek, yeni bir yorumdan geçirmiştir.

Aziz Augustinus ’un duyu-bilgisini ele alışı ve bu bilgiye verdiği yer, ruh-gövde ilişkisinde ortaya koyduğu görüşlerin çıkmazını göstermeye de yarar. Duyu bilgisi de, öteki bilgilerde olduğu gibi, ruhun bir işlevidir. Gövde usun yönettiği bir araç olarak görüldüğü için, duyu bilgisi her iki edimi de içerir. Anlığın edimi ile anlığın duyu bilgisinde kullandığı organizmanın edimi arasında ayrım vardır. “… du­yum anlığın gövdenin deneyimlerini bilmesi de­mektir.”

Aziz Augustinus, duyu algıları ile ilgili kuramına, bir duyu organının tek başına yeterli olamayacağı, anlığın bu edimin bilincine varması gerektiği görüşü ile başladı. Bunu pekiştirmek için, ruhun gövde içindeki işlevini ele aldı. Ruhun işlevinin gövdeyi canlı tutmak olduğunu düşündü.

Aziz Augustinus, ruh-gövde ilişkileri sorununun ay­dınlığa kavuşması için, düş gücünden de yararlanmış­tır. Görüler arasında bir ayrım bulunduğunu ileri sürmüştür. Bunların “maddesel” ve “tinsel” olan iki türünden ilki, gözle görmedir. Bu görü, anlığın denetimi altında bulunan maddesel görü olmadığı zaman da, onun ortaya çıkmasını sağlayan, anlıksal süreçle birlikte var olur. Tinsel görü ise, özdeksel görme olmadan da özdeği görmedir, onu düşlemektir. Burada doğrudan görme ile düşleme arasında anlık açısından önemli ayrım yoktur. İki durumda da gördüğünden yola çıkarak görüntüyü yaratan anlığın kendisidir. Anlığın önünde olan, nesneler arasındaki benzerliktir, nesnelerin kendileri değildir. Aziz Augustinus ’a göre ayrım, birinde birbiri ardından gelen gövde­sel değişmelerdir, ötekinde ise bunların eksikliğidir.

Duyuların bilgi sağlama sürecinden etkilenme­yen, kuşkulanılmayacak kimi gerçekler de vardır. Bunların arasında matematiğin ve mantığın gerçekleri önemli bir yer tutar. Bunlara ek olarak, temel değer yargıları da gerçekler arasında yer alır. Matematik ve mantığın gerçekleri evrenseldir, zorunludur ve değiş­mezdir. Bu özelliklerin hiçbiri duyu bilgisinde yok­tur. Deney yoluyla elde edilen bilgi, kimi matematik önermeleri doğru, kimilerini yanlış saymada bize yardımcı olamaz. Oysa matematiğin ilkeleri deneyi açıklamada yararlı olabilir.

Aziz Augustinus ’un deneye dayalı bilgi ile deneye dayalı olmayan bilgi arasındaki ayrımı açık seçik gösterdiği söylenemez. Onun duyu bilgisi üzerinde durması Yeni-Platonculuk’un ruhla ilgili görüşlerini biraz değiştirmesinden kaynaklanır.

Aziz Augustinus, deneye dayanmayan bilgiyi ele alır­ken, “birlik” kavramını kullanmıştır. Sayı kavramında bulunan birlik düşüncesi, matematik kavramların “ka­tegorik” yapısını anlamaya vardım eder. Birlik, dene­ye dayalı bir kavram değildir; ancak o kullanılarak deneylerin içeriği açıklanabilir.

Aziz Augustinus, bu iki tür bilginin ayırımlarım vurgularken, bir yandan da aralarında bir ilişki kurmaya çalıştı. Evrensel gerçeklerle ilgili bilgiler de bir tür deneysel bilgidir. Ayrılıkları, duyumla elde edilen deneyden daha üst düzeyde bir deneyle elde edilmelerindendir. Gövde işe karışmadan yalnız anlı­ğın- yardımıyla elde edilen bu deney, duyularla elde edilen deneyin tersine, belirsizliklerle çevrili değildir.

Aziz Augustinus, bu tür deneylerin yapısını özdeksel görüye benzetti ve çoğunlukla da bu yapıyı bu tür görünün kendisi olarak nitelendirdi. Gövdesel duyu­lar için görme ne ise, anlık için anlama da odur. Bu görüşler adım adım Aziz Augustinus ’un “aydınlanma kuramı”na götürür.

Bu görüşe göre, düşünme ve uslamlama nesnele­rini (konularını) yaratamazlar, arar bulurlar. Aziz Augustinus bunun evrensel bir doğru olduğunu düşündü. Mantık, matematik ve ahlak yargıları arasında temel bir ayrım yapmadı. Böylece de kuşku duyulmayan nesnelerin alanını, “bilgelik” dediği bütün nesneleri içerecek nitelikte, bir ortam olarak genişletti. “Evren­sel gerçekler” alanının genişletilmesi sonunda, bu gerçekler, anlıksal gerçeklikler dünyasında, anlamaya açık, kesin, bütünüyle gerçek olarak yer alır. Anlığın eylemleriyle kurulan bu dünya, Aziz Augustinus için kutsal zihin ile eş anlama gelir. Kutsal anlık, var olan bütün nesnelerin ilk biçimlerini taşır. Aziz Augustinus bu özdeşleştirmeyi daha da ileri götürmüş ve Tanrı’nın yaratıcı bilgeliği ve “Kelam”ı ile bir görmüştür.

Nesnelerin biçimleri kutsal anlığın içindedir, insanların bunları bilebilmeleri, insan anlığını aydın­latan kutsal bir ışık aracılığıyla olur. Aziz Augustinus “aydınlanma” sözünden değişik anlamlar çıkardı; Anlığın, Tanrı “Kelam’ından pay alması, Tanrı’nın anlıkta ortaya çıkan içsel bir varlık olması, İsa’nın insan ruhuna girip bir şeyler öğretmesi.

Biçimler, kutsal ideler, evrensel gerçekler niteli­ğindeki bilgi, Aziz Augustinus ’a göre, anlığın önceden saklaması ve sonra anımsaması ile ortaya çıkmaz. Anlıkta sürekli olarak var olan “ışık” ile bulunur, ortaya çıkarılırlar.

Aziz Augustinus ’a göre anımsama, nesnenin anlıkta parça parça bulunması, ancak o anda önünde hazır olmaması durumudur. Daha önce edinilmiş deneyler­den bir bölümü istendiğinde anımsanabilir. Bu tür bilgiler, o andaki duyu izlenimlerini taşımaz, daha önce edinilmiş deneyler üzerine kurulur. Anımsama­nın alanı çok geniştir. Ben bilgisi, us gerçeklerinin bilgisi, Tanrı bilgisi anımsamanın sınırları içinde yer alır. Bu da gösterir ki anımsama yalnız geçmiş deneylerle sınırlı değildir, usta gizli olan nesneleri de kapsar.

Felsefenin amacı insanların mutluluğa erişmeleri­ni sağlamaktır. Mutlu olabilmek ise insanın eylemleri­ne bağlıdır; ahlak sorunları bu bağlamda ele alınmalı­dır. Aziz Augustinus ’un insan eylemleriyle ilgili düşünce­leri büyük ölçüde tanrıbilim görüşlerinden türemiştir. Bu görüşlere göre insan, Tanrı’nın bir yaratısıdır. İnsanla Tanrı arasında bu ilişkiden doğan bir sevgi bağı vardır. İnsan bu ortamda erinç bulur. Onun dışında kalan ne varsa savaşım ve gerilimdir, insanın doğasında sayısız itkiler, güdüler vardır. Bunların bir bölümü bilinçlidir, bir bölümü değildir. Oysa hepsi, insan ister anlasın ister anlamasın, insanı Tanrı’ya götüren yollardır. İnsanın Tanrı’ya doğru gidişi onun özü gereğidir. Aziz Augustinus, insanın, doğasına uygun olana doğru gidişini “sevgi” diye nitelendirir. “Sevgi” insanı çeken devindirici bir güçtür.

İnsanın güdüleri ve itkileri, karmaşık oldukları gibi, birbirleriyle de çelişebilir. İnsan yapısının bu ikiliği, us taşıyan varlıklara özgüdür, insan bir istenç, bir us varlığı olması yüzünden, Incil’in bildirdiği suçu işlemiş, kötüyü seçmiştir. Adem’in işlediği suç yü­zünden düşüşü, ondan gelen bütün insan soyunu ilgilendiren bir olaydır.

Birbirleriyle çelişen istekler, eğilimler, tutkular, duygular ve itkiler, eylemin kaynakları, ahlak bakı­mından eş tutulamaz, insan us taşıyan bir varlık olarak, belli bir anlamda, kendi kendisinin efendisidir. Ondan beklenen doğal güdülerini düzenleyebilmek ve aralarında seçim yapabilmektir. Kimi durumlarda, insan bu seçimleri yaparken, kendini içinde bulundu­ğu doğal güçlerin etkisine bırakıverir. Bu durumda direnmemeyi seçmiş demektir. Aziz Augustinus insanın içine düştüğü bu durumu alienatio olarak adlandırdı. Bu durum insanın bir türlü duygusal tutsaklığıdır. Bir tür aldırmazlıkla başlayan bu durum daha sonra istenmeyen bir tutsaklığa dönüşebilir.

İnsanın görevi, eğilimlerini ve güdülerini, us ve ahlak ilkelerine uygun olarak iyi bir biçimde düzen­lemektir.

Erdem ise ahlak yetkinliği, iyilik, insanın kendisi için doğru bir düzen kurmasıdır. Bu düzen önce insanın nesnelere verdiği değerde, daha sonra kendi yaşamında ortaya çıkar. Aziz Augustinus, bu düzene “yasa” adını verdi. Bu kavram genel olarak uygar hukuku kapsadığı gibi, pozitif yasayı da kapsar. İnsanların koyduğu yasalar, kimi zaman, dengeli olmayabilir. Bir yerden bir yere ve zaman içinde değişiklik gösterir. Ayrıca insan eylemlerinin her türünü de kapsamayabilir. Ancak, bu yasaların arka­sında onlara ölçü olabilecek bir başka yasa vardır. Bu yasanın kapsamına girmeyen insan eylemi ve durumu yoktur. Evrensel olarak değişmez bir nitelik taşıyan bu yasa Tanrı’nın “egemen usudur”. Önsüz-sonsuz olan bu yasa, ölümsüz gerçeklerle özdeştir.

Düzen, eylemlerde usa uygunluğun ortaya çık­masıdır. insan eylemleri söz konusu olduğunda, us ilkelerine uygun düzen, hem ulaşılacak erek, hem de eylemleri yargılamanın ölçütüdür. Kutsal eylemlerde, amacına ulaşmama söz konusu olamaz. Düzen, bu eylemlerle ilgili olarak düşünüldüğünde, saklı kalan usa uygunluğun ortaya çıkmasıdır. Yaratılmış dünya, kutsal eylemin bir ürünüdür. Bu yüzden de usa uygun bir düzen içinde olmalıdır. Düzen düşünceleri Aziz Augustinus ’un yalnız etikle ilgili görüşlerinde yer almaz. Tanrı ile ilişkili dünya anlayışında da bulunur. Ayrı­ca, insan toplumlarıyla ilgili görüşlerinde de düzen düşüncesi önemli bir yer tutar.

Evrende ne varsa Tanrı’nın amacına göre düzen­lenmiştir. Bu yüzden varlık, yalın olarak, belirli parçaların bir bütünü oluşturmak için bir aradalığı diye görülemez.

Aziz Augustinus ’un “düzen”le ilgili açıklamaları din ve ahlak sorunlarını içerir. Bunları Tanrı’nın varlığını saptamakla bağlantılı yorumlar diye anlamanın gereği yoktur. Tanrı bütün varlık türlerini yarattığına göre, o nesneleri onun yapıtı olarak görecek biçimde kendimizi eğitmeliyiz, yarattıklarının arkasında onu görmeliyiz, onu görünce de ona bağlanmalıyız, onun yarattığı nesnelere değil.

Zaman sorunu, Aziz Augustinus ’ta yeni bir yorum kazanır. Ona göre zaman bir anımsama olan geçmiş, bir bekleyiş olan gelecek ve içinde yaşanan “şimdi” den oluşan bir süreçtir, bağımsız bir varlık değildir; daha doğrusu zaman yoktur. Bu süreç içinde ortaya çıkan tarih de yinelenmeyen başlangıçtan geleceğe doğru uzayan bir akıştır. Bu akış ilk “günah”tan başlar, Isa Mesih’in gelişine değin sürer.

Nesneleri üreten kutsal bilgidir. İnsan bilgisi ise nesneleri anlamaya çalışır, anladığı zaman da doğru bilgiye ulaşmış olur. Nesnelerin doğru ve gerçek olmalarından, Tanrı’nın yaratıcı idesinin ürünleri oldukları sürece, söz edilebilir. Tanrı bütün süreçler­de ve olaylarda vardır. Doğanın akışı içinde, nesnele­rin oluşlarını düzenleyen yasalar yalnız Tanrı’da bulunmakla kalmaz Tanrı onları, kendi yarattığı yaratıklara da aktarır. Tanrı “omnipotens”tir ve bu gücü, bilgeliğinin gücüyle, birlikte taşır. Tanrı kendi- kendisiyle çelişkili bir nesne yaratamaz. Bu onun gücünde bir sınırlama anlamına gelmez; yaratamaya­cağı bir nesne yoktur, ancak yetkinliği bu tür bir nesne yaratmasını önler.

Aziz Augustinus ’un yaratılmış varlıklar ve bilgi ile ilgili görüşü, onun “bilmek istediğim, Tanrı ve kendi ruhumdur, başka hiçbir şey değil,” sözlerinde son biçimini almıştır.

Confessiones hem sonraki Hıristiyan düşüncesin­de hem de genel olarak felsefe üzerinde çok etkili olmuştur. Bu yapıt bir “doğruyu bulma” örneği olarak birçok mistik filozofa ışık tutmuştur.

Bu Aziz Augustinus ’un içtenliğinin en yoğun örnekle­rinden biri, “ve nasıl bir yer var ki bende gelebilsin Tanrı içime?” diye haykırdığı yerdir. Orta Çağ’a egemen olacak mistisizm için çok önemli bir kaynak oluşturan Aziz Augustinus, öte yandan, yoğun dinsel karamsarlık için de bir kaynaktır: “Yoktur yer; gideriz, geliriz; yoktur yer” sözleri bu inancı dile getirir.

Aziz Augustinus ’tan sonra, Hıristiyanlık yavaş yavaş karanlık bir çağa girmiş ve onun yaşamla bağlantılı olduğu ileri sürülen görüşleri katı dogmalara dönüş­müştür.

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 9. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler