- İ’tizâlî Gruplar ve Mezhepler
Dinî ikaz, itiraz ve protestolar yerine göre ana dinî cemâatten bir kopuşu da ifade edebilirler. Böylece oluşan itizâlî gruplara bütün büyük dinî cemâatlerin tarihinde rastlamak mümkündür. Meselâ Hıristiyanlık’ta, Doğu Kilisesi veya Ortodoks Kilisesi ile Roma Katolik Kilisesi birbirinden ayrılarak bağımsız birer kilise (ümmet-cemâat) ve mezhep haline gelmişlerdir. Maamafih, birçok i’tizâl hareketlerinde hiç değilse başlangıçta ana dinî bünyeden kopma isteği bulunmamaktadır. Esasen, muhtelif itizaller neticesi çeşitli mezheplere ayrılmış bir büyük dinî grup içerisinde hangisinin ana dinî cemâat, hangisinin de alt grup olduğunu ayırt etmek güçleşmekte, böyle durumlarda büyük dinî cemâat veya ümmet, birçok mezheplerin toplamından oluşan büyük kitleyi ifade etmektedir. Meselâ, Hinduizm ve Budizm’de ana dinî bünyeyi belirleyecek bir merkezî organizasyona rastlanmamakta, oralarda mezheplerin toplamı dinî ümmeti teşkil etmektedir. Aslında, büyük dinî camia içinde kalarak onu ıslah etme düşüncesini birçok iti- zal hareketlerinin başlangıcında bulmak mümkündür. Öte yandan, sonuçta ana dinî cemâatten kopuşu ortaya çıkaran ihtilafa akidevî, ibadetle ilgili veya teşkilata müteallik hususlardaki görüş ayrılıkları gibi sırf dinî amiller sebebiyet verebilecekleri gibi; Hıristiyanlık, Budizm, Zerdüştlük ve İslâmiyet’te i’tizâl hareketleri üzerine yapılan çalışmaların sonuçlarından anlaşıldığına göre, orada çeşitli tarihî, sosyal ve siyasî ve kültürel faktörler de rol oynamaktadırlar. Hattâ yakın zamanlarda sekteryanizmi yani mezhepçiliği münhasıran sosyal ve ekonomik şartlar ve faktörlerin sonucu şeklinde açıklama eğiliminin yaygınlaştığını ve bu çerçevede meselâ Gillin ve Niebuhr’un çalışmalarından, Amerikan “denominasyonalizm”i (mezhepçiliği) üzerinde sosyoekonomik amillerin hakikaten büyük bir rol oynadıklarının anlaşıldığını belirtmeliyiz. Maamafib, bu cemâatlerin ortaya çıkışında yine de sırf dinî faktörlerin gözden uzak tutulmaması gerekmektedir. Mezhepler üzerinde dikkate değer çalışmalardan birinin sahibi olan Faris, genellikle mezhep cemâatlerinin veya bağımsız dinî grupların, siyasî iktidardaki anî değişiklikler veya toplumun yeniden bir yöne yönelmesi gibi, yerleşik ve kireçleşmiş bir düzenin çökmeye başladığı anlarda vücut bulduklarını ifade etmekte ve bu şekilde oluşan bir mezhebin gerçekte toplumun yeniden bir bütünleşme gayreti olduğunu belirtmektedir.
Esasen, mezhep kavramı ile neyin kast edildiği hususu da oldukça tartışmalıdır. Max Weber ve Ernst Troeltsch mezhebi, müesseseleşmiş kilise cemâatinden farklı, sözleşmeli bir toplum şeklinde tarif etmektedirler. Ancak kilise cemâati ile mezhep cemâati arasındaki bu ayırım mutlak değildir. Zira, bir mezhebin kilise cemâatine dönüşmesi mümkündür. ABD’nde mezhep hareketleri konusunda dikkate değer çalışmaların sahibi olan H. R. Niebuhr, kiliseyi tabiî sosyal gruplaşma ile karşılaştırmakta ve bir kimsenin normal olarak bir milletin içinde olduğu gibi bir kilise cemâatinin de içinde dünyaya gözlerini açtığını, buna karşılık bir mezhebe girmek gerektiğini, çünkü mezhebe mensûbiyetin kişinin ferdî iradesine dayandığını ifade etmektedir. Bununla birlikte onun bu tespiti bir dereceye kadar geçerli olabilmektedir. Zira, bir kilise cemâatine de sonradan girilebileceği gibi, birçok kimselerin nesiller boyu yerleşmiş bir mezhebe mensup oldukları da vakîdir. Bir mezhebi, kilise cemâatinden ayıran en önemli farkın, mezhebin daima devletten ayrı, özel bir dinî cemâat olmasında toplandığı da öne sürülmüştür. Ancak bu kriter de mezhebi tarifte yeterli görülmemektedir. Zira, bir kere birçok kiliseler devletten uzak kaldıkları gibi, zaten günümüzde din-devlet münasebetlerinde esas teşkil eden laiklik ilkesi de, din işleri ile devlet işlerinin ayrılığı temeline dayanmaktadır. Öte yandan, genellikle mezhepçi gruplarm devlet müdahalesinden çekindikleri doğru ise de, bir ara Japonya’daki Şinto mezhebinin durumunda görüldüğü üzere, bir mezhebin resmî otoritelerin güçlü desteğini kabul ettiği ve ona sığındığı da vakîdir. Hıristi
yan kilisesi ve mezhepleri üzerine dikkate değer sosyolojik çalışmaları gerçekleştirmiş bulunan E. Troeltsch, mezhebin selektif karakterle temayüz ettiğini belirtmektedir. J. Wach ise, genellikle mezheplerin ahlâkî seviyelerinin çok yüksek olduğunu ve mensupları arasındaki dinî samimiyetin onları kilise cemâatinden ayırt ettiğini ifade etmektedir. Wach’a göre, mezhebi karakterize eden şiddet ve sıkılık, çoğu zaman dışa ait teferruatta (elbise, terminoloji) ifadesini bulmakta, genellikle mezhepçi gruplarda, geleneğin yerini alan karizmatik otoriteye karşı büyük bir saygı dikkati çekmekte, öte yandan mezhep içinde zamanla ortaya çıkabilecek çekişmeler yeni alt grupların ve cemâatlerin teşekkülüne imkân vermektedir. Nitekim, meselâ Hıristiyan mezheplerinden Mennoitler on altı ayrı grup halinde bölünmüşlerdir.
Ana dinî cemâatin akidevî esaslarından itizal ve onu parçalama özelliğinin, bir mezhebin mümeyyiz vasfı olduğunu ifade eden G. Mensching mezhepleri, “dogmatik mezhepler” ve “amelî mezhepler” şeklinde iki ana kategoriye ayrılmakta olup, birincilerin inanç konusundaki ayrılıklar üzerine teessüs ettiklerini, İkincilerin de ibadet gibi pratik konulardaki farklılıklardan neşet ettiklerini; ancak bu ikinci kategoriye dahil bulunanların aslında birer “ekol” olduklarını, bu bakımdan da mezhepten ayırt edilmeleri gerektiğini belirtmekte ve bu cümleden olarak, İslâmiyet’teki birçok fıkıh ve kelâm mezheplerinin aslında mezhep değil fakat birer ekol olduklarını belirtmektedir.
Hakikaten, her ne kadar Hz. Peygamber’e nispet edilen bir hadiste “Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, fakat bunlardan sadece biri kurtulacak” buyurulduğundan, Orta Çağ boyunca Müslüman mezhepler tarihçilerinin, mezheplerin sayısını bir rakama baliğ etme gayreti içerisinde oldukları dikkati çekmekte ise de, G. Mensching ve hattâ ondan önce I. Goldziher ve daha birçokların belirttikleri gibi, Islâm ümmeti bünyesinde vücut bulmuş olan pek çok Fıkıh ve Kelâm mezhepleri gerçek manada ictihâd farklılıkları üzerine teessüs etmiş ekoller olup, onları diğer dinî bünyelerde rastlanan iti- zalî gruplar olan mezhep cemâatlerinden ayırt etmek gerekmektedir.
Esasen, Arapça’da “mezheb” kelimesi “gidilen yol” anlamım ifade etmekte ve dinî terminolojide itizalî grupları anlatmak üzere kullanılmakla birlikte, zamanla daha çok Ehl-i Sünnet içerisindeki kelâmî ve fıkhı ekolleri -ki bugün bunlardan dört tanesi: Hanefîlik, Mâlikîlik, Şâfiîlik ve Hanbelîlik hayatiyetini muhafaza etmektedir- ifadede kullanılmaya başlanmıştır.
İslâm’da i’tizâlî dinî grupları belirtmek üzere kullanılan terimlerden biri de “fırka” d\x. Başkalarından ayrı bir insan topluluğu manasında bu terim, belki de İslâmiyet’teki i’tizâlî grupları en iyi şekilde ifade edebilecek durumdadır. Esasen, yukarıda genellikle dinlerde mezhep- leşmenin dinî inanç, ibadet, ahlâk ve teşkilat konularındaki görüş ayrılıklarından kaynaklandığı bildirilmişse de, İslâm’da fırkaların başlangıçta her şeyden önce siyasî sebeplerden kaynaklandığını da belirtmemiz gerekmektedir. Gerçi bu fırkalardan her birinde zamanla muhtelif fıkhî, kelâmî, tefsirî, vs. ekoller teessüs etmiş ve böylece temelinde siyasî görüş ayrılıklarından kaynaklanan fırkalar giderek dinî ve sosyal farklılıklar üzerine istinat eder bir duruma gelmişlerdir. Ancak, yine de İslâm’da fırkaların teşekkülünde, menşeinde siyasî faktörlerin yattığını gözden uzak tutmamak gerekmektedir. Hakikaten, ilk İslâm cemâati içinde Hz. Peygamber’in irtihali ile ortaya çıkan ve Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesiyle halledilen Müslüman cemâatin liderliği ve yönetimi konusu, özellikle Hz. Ali’nin halifeliğine Muâviye’nin itiraz ve isyam sonucu yeniden alevlenmiş ve Müslümanları M. 657 tarihinde Sıffîn Savaşı’nda kanlı bir şekilde karşı karşıya getirmiş; savaşın sonunda vuku bulan Hakem Olayı ise, Müslümanlardan bir bölümün İslâm cemâati içinde itizalî bir grup olarak teşekkülüne vesîle teşkil etmiştir. Böylece, Hz. Ali’nin Muâviye ile arasında tartışma konusu olan ve neticede savaşa yol açan Hilafet veya bir başka tabirle İmamet meselesinde, hakem tayinine razı olan Hz. Ali taraftarlarından bir grup, “Hükmün Allah’a ait olduğu.” gerekçesiyle itiraz ve isyan ederek Hz. Ali’den ayrılmışlar ve ayrı bir cemâat oluşturmuşlardır. Daha çok bedevi ve yarı bedevi Araplarla bir kısım Iranlı mevalîden oluşan ve dinî fanatizmleri ve radikal tutumlarının yanı sıra zora başvurma metotlarıyla da dikkati çeken, iman ile amelî bir bütün olarak gören, hilafet konusunda herkesin halife olabileceğini öne süren Hariciler, Hz. Ali ile fiilî mücadeleye girişmişler ve hattâ onu şehit etmişler; öte yandan Hârici kuvvetler de ezilmekten kurtulamamışlardır. Her halükârda, bugün Umman, Zengibar ve Doğu ve Kuzey Afrika’da küçük cemâatler halinde hayatiyetini muhafaza eden ve başlangıçta sırf siyasî sebeplerle Müslüman ana kitleyi tekfir ederek ondan ayrılan ve onunla silahlı mücadeleden çekinmeyen Haricilik, İslâm’da ilk teşekkül eden fırkalardan olması bakımından dikkati çekicidir.
Zamanla muhtelif kollara veya alt-gruplara (Sufriyye, İbadiyye, Ezârika, Necedât vs.) ayrılmış bulunan Hâricîliğin yanı sıra, İslâm’da, yine menşeinde siyasî sebeplerden kaynaklanan ve birçok i’tizâlî alt- grupların oluşumuna imkân veren bir hareket de £fa’dır. Hakikaten Şiîlik, Hz. Ali ile Ona hasım olan Emevîler arasında vukû bulan ve çeşitli faktörlerin yanı sıra temelinde siyasî sebeplerin yattığı bir i’tizâl olayıdır. Bilindiği gibi, üçüncü halife Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Müslümanların ikiye ayrılmasına vesîle teşkil etmiş, bu arada Muâviye’nin Hz. Ali’ye isyanı ve mücadelesi bu ayrılmayı güçlendirmiş, ve bu bağlamda Hz. Ali’nin taraftarları “Şîa-i Ali” diye adlandırılmışlardır. Hz. Ali’nin Hâricîler tarafından şehit edilmesi ve hilafetin Emevîlere geçmesi, Hz. Ali taraftarlarının, halifeliğin Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu şeklinde bir siyasî nazariye geliştirmelerine ve zamanla bu nazariyenin dinî unsurlarla beslenmesine imkân vermiş; özellikle Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi konunun dinî bir renge bürünmesi için oldukça uygun bir fırsat teşkil etmiştir. Böylece Şîîlik, sosyal ve siyasî hadiselerin etkisiyle, Islâm’da ana dinî kitle içersinde, bir yandan ayrı bir cemâat halini almak yolunu tutarken, öte yandan da bu cemâatleşmesini doktriner plana oturtmaya çalışarak, Şîîliğin esasını teşkil eden İmamet, Mehdîlik, takiyye, velâyet, rücû, vs. nazariyelerini geliştirmek imkânım elde etmiştir. Gerçi, Şîî doktrininin ilk gelişmeleri karanlık olmakla birlikte, onun doktrinini geliştirmede Gnostisizm, Yeni Eflâtunculuk, Maniheizm, Zerdüştlük ve özellikle Mu’tezile’den etkilendiği anlaşılmaktadır. Şîîlik hareketi, başlangıçtan itibaren bir tek koldan değil de muhtelif şekillerde gelişme göstermiş, buna zamanla ortaya çıkan i’tizâller de eklenince, onun birçok dallara ayrıldığı görülmüştür. Hakikaten, daha Hz. Ali’nin sağlığında, Abdullah b. Sebe’nin vazettiği Usûl-i Şîa, Mu- faddıla, Sâbbe ve Gâliye halinde üç kola ayrılmış; Hz. Ali’den sonra Şîa; Keysaniyye, Zeydiyye, Imamiyye ve Gâliyye kolları şeklinde gelişme göstermiştir. Halen Yemen, İran, Irak, Lübnan, Suriye, Pakistan … gibi ülkelerde cemâatlere sahip bulunan Şiîlik, iki ana kol halinde hayatiyetini sürdürmektedir ki, bunlar İmâmiyye ve İsmailiyye’dir.
İslâmiyet’te i’tizâlî gruplar ve mezheplerin ortaya çıkışı ve teşekkülünde, temelde coğrafî, sosyo-ekonomik, etnik ve kültürel faktörlerin yattığı öne sürülmüştür. Şüphesiz bu faktörlerin etkisinden söz edilebilir. Ancak problem oldukça karmaşıktır ve İslâm’daki fırkalaş- ma veya mezhepleşme hareketi bu açılardan derinliğine bir tahlile pek dayanmamaktadır. Zira, meselâ ilk haricî cemâati içinde Arapların yanı sıra mevâlî de mevcuttu. Çoğunlukla ilk Şîîler Arap’tı. Halbuki daha sonra oraya birçok milletlerden kimseler dahil olmuşlardır.
Her hâlükârda, “Tevhîd” yani Allah’ın varlık ve birliğine inancı, akîdesinin temeline yerleştirerek insanları birlik, beraberlik, kardeşlik, iyilik ve güzellik içinde bütünleşmeye ve dayanışmaya çağıran İslâmiyet’te, temelde siyasî sebeplerden kaynaklanan fırkalaşmanm, İslâm tarihi boyunca İslâm ümmeti içinde ayırıcı fonksiyonlar gördüğü ve Müslümanların birtakım tâlî cemâatlere bölünmesi sonucunu doğurduğu; ancak Müslümanların, kendilerini ilme vererek dinlerini iyi anlayıp doğru yorumladıkları takdirde, kısır mezhep çekişmelerini kolaylıkla aşmak suretiyle, özellikle günümüzün modern dünyasında sınaî ve teknolojik gelişmelerin beraberinde getirdiği, öncekilerle karşılaştırıldığında oldukça değişik ve hayatî önemi haiz problemlerini halle yönelebilecekleri muhakkaktır.[1]
[1] Dini Gruplar konusunda bk.: J. Wach, La Sociologie de la Religion, Paris: Pa- yot, 1955; G. Mensching, Sociologie Religieuse, Paris: Payot, 1951; H. Freyer, Din Sosyolojisi, Ankara, 1964; M. Taplamacıoğlu, Din Sosyolojisi, Ankara, 1975; A. Kurtkan, Din Sosyolojisi, İstanbul, 1985; N. Çağatay, İ. A. Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara; Fazlurrahman, İslâm, İstanbul, 1981.