Nedir ?

Ayet Nedir, Ne Demek, Çeşitli Anlamları

Âyet, Allah’ın varlığına, peygamberlerin doğruluğuna işaret eden delil ve mucize anlamında, ayrıca Kur’ân-ı Kerîm sûrelerinin belli bölümlerinden her biri için kullanılan bir terim.

Sözlükteki asıl anlamı “bir şeyin ve bir amacın mevcudiyetini gösteren alâmet”tir. Buna bağlı olarak “açık alâmet, de­lil, ibret, işaret” gibi anlamlarda da kul­lanılmıştır. Kur’an’da tekil ve çoğul şek­linde 382 defa geçen âyet kelimesi te­rim olarak çeşitli anlamlar ifade etmek­tedir.

1. Delil. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın var­lığını ispat etmeyi amaçlayan delillerden çoğunlukla âyet diye söz edilir. Kelâm ve felsefede ihtira, gaye ve nizam gibi adlar verilen bu deliller Kur’an’da Al­lah’ın varlığı ile ilgili âyetlerin ana konu­sunu teşkil eder. Buna göre göklerin ve yeryüzünün belli bir düzende yaratılışı, yer küresinin canlıların yaşamasına el­verişli hale getirilişi, ona belli bir ağırlık kazandıran dağların mevcudiyeti, zira­ata ve iskâna uygun ovaların, seyahate elverişli yolların oluşumu, hayat kaynağı suyun gökten indirilişi, aynı su ile bes­lenen aynı iklimin topraklarında tadı ve besin değeri farklı yiyecek ve meyvele­rin bitirilişi, göklerin görülebilir direkler olmaksızın yükselişi, atmosferin tehli­kelerden korunmuş bir tavan haline ge­tirilişi, güneşin ısı ve ışık, ayın da aydın­lık kaynağı oluşu, insan ve yük naklinde faydalanılan gemilerin denizlerde bat­madan seyredişi, besin kaynağı ve bi­nek olarak kullanılan çeşitli hayvanların insanların emrine verilişi, erkekli dişili olarak yaratılan insanların dünyayı imar etmesi ve uyum içinde çoğalmasını sağ­lamak üzere karşı cinsleri arasında güç­lü bir sevgi bağının kuruluşu, uykuya yatan insanın bir tür ölü haline geldik­ten sonra tekrar hayata dönüşü… bütün bunlar “her şeyi bilen”, “her şeye gücü yeten” ve “dilediğini yapan” yüce Allah’ın varlığına dair apaçık âyetlerdir. Ne var ki bunları düşünebilen, gerçeklere inan­mak isteyen, söz ve öğüt dinleyen kim­seler anlayabilmektedir (bk. el-Bakara 2/ 164; er-Rüm 30/20-25; el-Enbiyâ 21/31-32; en-Nahl 16/66-69; e!-Câsiye 45/3-5; er-Ra’d 13/2-4; Yûnus 10/5, 67; el-En’âm 6/95-99).

2. Mucize. Peygamberlerin Allah tara­fından görevlendirilmiş elçiler olduklarını ispat eden harikulade olaylar da Kur’ân-ı Kerim’de âyet diye ifade edilmiştir. Pey­gamberlerin davetine muhatap olan bü­tün milletler, davet sahibinin doğrulu­ğundan emin olmak düşüncesiyle, on­dan tabiat kanunlarını aşan ve ancak ilâ­hî bir kudret sayesinde gerçekleşebilen gözle görülebilir bir alâmet (âyet) gös­termesini istemişlerdir. İnanmak arzu­sunda olanların imanını, inkarcıların da bir anlamda inadını kuvvetlendiren bu âyetler pek çok defa vuku bulmuştur. Hz. Nuh’un tufanı, Hz. Salih’in devesi, Hz. Musa’nın asası ve diğer mucizeleri, Hz. îsâ’nın babasız olarak dünyaya geli­şi, çamurdan yapılmış bir kuşa can veri­şi, ölüleri diriltişi, evlerde saklanan yiye­cekleri haber verişi gibi harikulade olay­lar Kur’an’da söz konusu edilen âyetler­den bazılarıdır (bk. el-A’râf 7/73, 106; Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/114; Tâhâ 20/ 22; Meryem 19/17-21; el-lsrâ 17/59). Gös­terilen bunca âyetlere sihir nazarıyla ba­kan ve inanma niyeti taşımayan inkar­cılara helak edici felâketler gönderile­rek bunlar yok edilmiş ve geride onlara dair alâmetler bırakılmıştır (el-Kasas 28/ 36; el-Kamer54/2, 15; Tâhâ 20/ 128; el-Ankebût 29/ 15, 35; Hûd 11 / 103; el-Hicr 15/74, 77; eş-Şuarâ 26/67, 121, 174; Se-ber 34/15; ez-Zâriyât 51/37). Hz. Muhammed’e ise nübüvvetini belgeleyecek mad­dî bir âyet indirilmesi teklifleri karşısın­da ilim, hukuk, ahlâk vb. beşerî bilgi­ler açısından erişilmez bir mucize olan Kur’ân-ı Kerîm verilmiştir. Okuma yaz­ma bilmeyen bir insanın elinde ortaya çıkan Kur’an’ın geçmiş milletlere dair kıssaları ihtiva edişinde, yahudi âlimle­rinin ona ait vasıfları Kitâb-ı Mukaddes’-ten öğrendikleri bilgilere dayanarak bi­lişlerinde, İnsanların özellikle sosyal ve manevî alanda ihtiyaç duyduğu kuralla­rın ayrıntılı olarak açıklanışında inan­mak isteyen kimseler için yeterli delille­rin saklı bulunduğu bildirilmiş, talep edi­len her türlü maddî âyet (mucize) göste­rilse bile inkarcıların yine iman etmeye­cekleri haber verilmiştir (el-Bakara 2/118, 145, 248; eş-Şuarâ 26/197; el-Ankebût 29/50-51).

3. Kıyamet alâmetleri. Önceden iman etmeyenlerin veya iman sayesinde ha­yır kazanmayanların, Allah’ın bazı âyet­leri ortaya çıktığı anda inandıklarını ifa­de edişlerinin fayda vermeyeceği belir­tilirken kullanılan “ayât” kelimesi (el-En’âm 6/158) kıyamet alâmetleri mâna­sında anlaşılmalıdır.

4. Kur’an’ın tamamı veya belli bölümleri. Kur’ân-ı Kerîm’deki sûrelerin belli bö­lümlerinden her biri, benzerlerini mey­dana getirme imkânı bulunmaması açı­sından, Hz. Muhammed’in hak peygam­ber olduğuna belge teşkil ettiği veya bir ifadeyi diğerinden ayırdığı, yahut da harfler topluluğundan oluştuğu için âyet diye adlandırılmıştır.

Âyet Kur’ân-ı Kerîm’de olduğu gibi ha­dislerde de dört ayrı anlamda kullanıl­mış, bu arada güneş ve ayın Allah’ın kud­retine delâlet eden iki âyet olduğu ifa­de edilmiş (Buhârî, “Bed’ü’1-balk”, 83), ilki güneşin batıdan doğmasıyla başlayacak olan on âyet (alâmet) ortaya çık­madıkça kıyametin kopmayacağı haber verilmiştir (Müslim, “Fiten”, 39-41; İbn Kesîr, 1,51, 165).

Son devir İslâm âlimlerine göre mut­lak anlamda âyet başlıca iki kısma ayrı­lır: l. Fiilî âyetler. Kâinattaki sayısız çeşitlilik ve farklılıkları sürekli bir düzen ve kanuna bağlayan yaratıcının varlığı­nı, birliğini ve yüce sıfatlarını gösteren ve yaratıkların taşıdığı özelliklerden çı­karılan delillerin tamamı bu tür âyetleri oluşturur. Bunlara “kevnî”, “tekvînî” ve­ya “ilmî âyet” de denilir. Elmalılı, ulûhiyyete işaret eden âyetleri de kendi için­de üç kısma ayırır: a) Sadece âlimlerin farkına varabileceği tabiat kanunların­da mevcut umumi âyetler, b) Güneş ve ay tutulması, gök gürlemesi gibi herke­sin müşahede ettiği âyetler, c) Mucize­ler gibi harikulade âyetler (Hak Dini, V, 3184).

2. Kavlî âyetler. Peygamberlere in­dirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyet­lerdir. Bunlar fiilî âyetlere işaret eder ve insanlar tarafından kolaylıkla anlaşılma­ları için gerekli açıklamaları ihtiva eder. Bunlara “teşrîî”, “tenzîlî” ve “vahyî âyet­ler” de denilir (Elmalılı, i, 569-570; Reşîd Rızâ, I, 287; III, 313; İTA, I, 666).

Âyetin Kur’ân-ı Kerîm’de peygamber­lerin doğruluğunu ispat eden delil anla­mında kullanılışı ilk devir kelâm âlimle-rince de devam ettirilmiş, fakat sonraki dönemlerde onun yerine daha çok mu­cize terimi tercih edilmiştir (Bâkıllânî, s. 31, 35; Kâdî Abdülcebbâr, II, 416, 417, 509]. Nübüvvetle ilgili olarak kaleme alınan çok sayıdaki eserin adında [el-Enuâr fî âyâti’n-nebiyyi’l-muhtâr, el Âyâtü’l beyyinât, el-Âyâtü’l-üâdıhât vb.) mucize mânasındaki âyet kelimesi bir klişe olarak kullanılmıştır (Keşfü’z-zunûn, I, 204; 7zâhul-meknûn, I, 7, 145).

Bunların dışında âyet, mezhepler ta­rihi ve tasavvufta da farklı anlamlarda kullanılmıştır. Mezhepler tarihinde âyet iki ayrı kullanılış kazanmıştır. Biri İbn Tûmert’in, mehdîliğini tasdik eden tâbilerini sınıflandırması sırasında kullandığı “âyet-i aşere”, “âyet-i hamsîn” ve “âyet-i seb’în” tabirlerindeki âyet kelimesidir ki alâmet mânasına gelir. Diğeri de İsnâ-aşeriyye Şîasınca ilâhî hakikatlerin ter­cümanı ve Allah’ın yeryüzündeki alâmet­leri gözüyle bakılan âlimlere verilen “âyetullah” unvanındaki âyettir. Tasavvufta ise âyet, mahiyetleri farklı ve sayıları çok olan varlıkları gerçek ilâhî birlik gözü ile bir tek varlık olarak müşahede etmek­ten ibarettir. Hakk’ın zât ve sıfatlarının aynası durumunda olan âyetleri müşa­hede etmek, nefis aynasında Hakk’ı gör­mektir. Süfîlere göre bütün âlem bir âyet olmakla beraber en büyük âyet insanın kendisidir.

Kıır’an İlimlerinde Ayet. Âyet bu alanda çeşitli açılardan ele alınarak işlenmiştir. Bazı âlimlerin Kur’an’da âyet sonu (du­rak) saydığı yerleri diğerlerinin sayma­ması, sûre başlarındaki besmelelerle yi­ne bazı sûrelerin başında bulunan harf­lerden (hurûf-ı mukattaa”) her birinin müstakil birer âyet kabul edilip edilme­mesi gibi sebeplerden dolayı âyet sayı­sında -her biri 6000’in üzerinde olan-farklı rakamlar ortaya çıkmıştır. İbn Ab-bas’tan gelen bir rivayete göre o bu sa­yının 6600’olduğunu söylemiş, âyet sa­yısını 6204, 6214, 6219, 6225, 6236 ola­rak tesbit edenler de olmuştur (Süyûtî, I, 189). Bu konuda Ebû Amr ed-Dânî el-Beyân fî’addi âyi’l-Kur’ân ve İbrahim b. Ömer el-Ca’berî Hüsnü’l-meded îî ma’rifeti fenni’l-caded adlarıyla müsta­kil birer eser kaleme almışlardır. Ca’berî’nin bu eseri, Zerkeşi’nin el-Burhanın­da (I, 266) el-Müfred fî mctcrifetil-caded adıyla zikredilmiştir (eser hk. ayrıca bk. Ca’berî)

Âyetlerin son kelimesine veya bu ke­limenin son harfine, iki âyetin arasını ayırdığı için “fasıla” denilmiştir (daha faz­la bilgi için bk. fasıla). Kur’an’da en uzun âyet Bakara sûresinin 282.. âyeti, en kı­sa olanlar ise “yâsîn” (Yâsîn 36/1!, “er-rahmân” (er-Rahmân 55/1), “müdhâm-metân” (er-Rahmân 55/64), “şümme na­zara” (el-Müddessir 74/21),  “ve’l-fecr” (el-Fecr 89/1), “ve’d-duhâ” (ed-Duhâ 93/1), “ve’l-casr” (el-Asr 103/1) sözlerinden iba­ret olan âyetlerdir. Alak sûresinin ilk beş âyetinin ilk nazil olan âyetler olduğu hu­susundaki kesin sayılabilecek bilginin yanında Bakara sûresinin 281, Mâide 3, Nisa 176, Nasr 1-3 ve Tevbe sûresinin 128-129. âyetlerinden her birinin en son gelen âyetler olduğunu bildiren rivayet­ler mevcuttur. Âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’deki tertibi gelişigüzel veya indiriliş sı­rasına göre yapılmamış, vahiy ile belir­lenmiştir. Sûreler arasında olduğu gibi âyetler arasında da bir münasebet ve tenasüp vardır. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm tefsir edilirken göz önünde bulundurul­malıdır (daha fazla bilgi için bk. MÜNASE-BÂTÜ’I-AyAT ve’s-SÜVER).

Âyetler çeşitli yönlerden tasnife tâbi tutulmuştur. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm, âyet­lerin bir kısmının muhkem (mânası belir­gin), bir kısmının da müteşâbih (birkaç mânaya gelebilen) olduğunu ifade etmiş­tir (Âl-i İmrân 3/7). Bundan başka, bazı âyetlerin mücmel (mânası izaha muhtaç olacak şekilde kapalı) bazılarının da mü-beyyen veya müfesser (mânası açıklanmış; olduğu kabul edilmiştir. Tefsir ve usul âlimlerinin çoğuna göre hicretten önce gelen âyetlere Mekkî, hicretten sonra gelenlere Medenî denilmiştir. Gerek hic­retten önce gerekse sonra Mekke’de na­zil olanlara Mekkî, Medine’de nazil olan­lara Medenî diyenler bulunduğu gibi Mekkelüer’e hitap edenlere Mekkî, Me-dineliler’e hitap edenlere Medenî diyen­ler de vardır. Âyetler indirilen yer ve za­mana göre de arzl-semavî (Hz. Peygam­ber yeryüzünde veya gökte yani miYacda iken inenler), hazarî-seferî (hazarda veya sefer­de iken inenler), nehârî-leylî (gündüz veya gece inenler), sayfî-şitâî (yaz veya kış mev­siminde inenler), firâşî-nevmî (yatakta-uykulu halde iken inenler) diye sınıflandırılır. Ayrıca nesh’e konu olması bakımından da nâsih-mensuh gibi kısımlara ayrılır.

Kur’ân-ı Kerîm’in daha çok Mekkî sû­relerinde imana teşvik etmek, inkâr ve küfürden caydırmak, dikkat çekmek, mâ­nayı teyit ve tekit etmek gibi maksat ve hikmetlerle bazan bir âyetin birkaç de­fa tekrar edildiği görülmektedir. Mese­lâ, “And olsun ki Kur’an’ı Öğüt olsun di­ye kolaylaştırdık” mealindeki âyet dört yerde (el-Kamer 54/17, 22, 32, 40); “Be­nim azabım ve uyarım nasılmış?” mea­lindeki âyet dört yerde (el-Kamer, 54/ 16, 18, 21, 30); “O gün, yalanlamış olanların vay haline!” mealindeki âyet on yerde (el-Mürselât77/15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 48, 49; el-Mutaffifîn 83/101; “Öyle iken rabbınızın nimetlerinden hangisini ya­lanlarsınız?” mealindeki âyet ise otuz bir yerde (er-Rahmân 55/13, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, Al, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59, 61,63, 65,67,69, 71, 73, 75, 77) geçmektedir.

Diyanet İslam Ansiklopedisi

İlgili Makaleler