Antropoloji

AVCI-TOPLAYICILIK – ANTROPOLOJİ

İnsanlık, kültür yaratan ata türlerinden başlayarak günümüzden on bin yıl öncesi­ne kadar, yaklaşık olarak 2-2,5 milyon yıl boyunca, avcı-toplayıcı bir geçim ve ya­şam tarzı sürdü. Bu iki milyon yıllık dönemde insana özgü temel biyolojik özellik­lerle birlikte, temel toplumsal ve psikolojik özellikler de oluştu. Belki de bugünkü toplumsal, kültürel ve psikolojik yapımızın pek çok ögesini avcı-toplayıcı ataları­mızdan miras aldık. Avcı-toplayıcı yaşam tarzı, herhangi bir üretim etkinliğine de­ğil, doğada verili olarak bulunan bitki ve hayvan varlığının istismarına dayanıyor ve buna uygun bir insan örgütlenmesi gerektiriyordu. Bu örgütlenmenin ana öge- si göçerlik ve geçici yerleşimlerde süren bir yaşam tarzıydı. Doğal olarak beslen­me rejiminin temeli de etti. Zira uzun süren buzul çağlarına yayılan avcı-toplayıcı etkinlik kıt bir bitkisel ortamda sürüp gitmekteydi. Ancak günümüzden on bin yıl önce bu uzun süren buzul çağlarından çıkıldı ve büyük bir küresel ısınma yaşan­dı. Küresel ısınma doğayı dönüştürdü, dünya ısındı, sulak alanlar arttı, büyük ır­maklar kararlı bir akış rejimine kavuştu, bitki ve hayvan varlığı çoğaldı. Artan bit­kisel varlık içinde daha sonra tarıma alınacak olan pek çok türün (tahılların, pirin­cin, baklagillerin, mısırın) yabani örnekleri ağırlık kazandı. Bu yabani türlerin top­layıcılığına yönelen insanlar zamanla bu türlerin yaşam alanları etrafında daha ka­lıcı yerleşmeler kurmaya başladılar ve bu süreçte bu bitkilerin ve ardından çevre­deki küçük ve büyük baş hayvanların evcilleştirilmesi gerçekleşti. Böylelikle üre- timciliğe geçildi, yani tarımsal hayat başladı. Tarımsal hayat Neolitik devirde ger­çekleşti. Bu yüzden V. Gordon Childe bu büyük değişime Neolitik Devrim adını verdi. Neolitik Devrim’le birlikte avcı-toplayıcı hayat hızla tasfiye oldu ve dünya­nın çok büyük bölümünde tarım ve onunla birlikte gelişen hayvancı geçim ve ya­şam tarzı egemen hale geldi. Artık avcı-toplayıcılık dünyanın sınırlarına çekilmişti. Sanayi Devrimi’nin eşiğine gelindiğinde avcı-toplayıcılıkla geçinen insan topluluk­larına, ancak Kuzey ve Güney Amerika’da, Güney ve Batı Afrika’nın bazı bölgele­rinde, kuzey kutup dairesi çevresinde, Avustralya’da ve çevresindeki adalarda, Si­birya’nın uç bölgelerinde rastlanabilmekteydi. 18. yüzyılda sonuçlarını veren bilim­sel devrimin ardından, bu devrimin sağladığı bilgi birikimi ve teknoloji olanakla­rıyla insanlık bir büyük sıçrama daha yaptı. İnsan ve hayvan emeğinin ve doğadan sağlanan ve verimi çok düşük olan enerjinin yerini şimdi hızla makine gücü ve fo­sil yakıtların sağladığı yüksek verimli enerji kaynakları alıyor, büyük bir üretim ar­tışı yaşanıyordu. Bu Neolitiğin Tarım Devrimi’nin ardından insanlığın yaşadığı ikinci büyük devrim, Sanayi Devrimi’nin bir sonucuydu. Sanayi Devrimi’yle birlik­te geleneksel tarım biçimleri, iki yüz yıla sığacak bir sürede hızla ortadan kalktı ve tıpkı dünyanın sınırlarına çekilen avcı-toplayıcılık gibi kendi dar alanlarına sıkıştı. Onun yerini makineli tarım, geleneksel üretim birimi olan köy ve onların besledi­ği küçük kentlerin yerini ise sanayinin yoğunlaştığı metropoller aldı. Buralarda bü­yük nüfus artışı yaşandı ve tarımla geçinen nüfusun oranı giderek azaldı. Bu bö­lümde Sanayi Devrimi’ne kadar olan süreçte insanlığın yaşadığı iki büyük aşama, avcı-toplayıcılık ve tarım, onları kuşatan toplumsal, kültürel ve siyasal olgularla birlikte ele alınacaktır.

AVCI-TOPLAYICILIK

Tarih ve Tanımlama

Bitki ve hayvan evcilleştirmesinin ortaya çıktığı Neolitik döneme, yani günümüz­den kabaca 10,000 yıl öncesine kadar bütün insanlar avcı-toplayıcı idiler. Bu hem
bir geçim hem de bir yaşam tarzıydı. 10,000 yıl öncesine kadar devam eden iklim ve çevre koşulları, böyle bir yaşamı ve geçimi dayatmış, insanlar da bu koşullara uyarlanmış bir hayat sürmeye devam etmişlerdi. Bu geçim tarzının temeli, doğada hazır bulunan ya da kendi kendine yetişen besin kaynaklarının tüketilmesine da­yanmaktaydı. 16. yüzyıldan itibaren, dünyanın Avrupalılar tarafından kolonileştiril- meye başlanmasına kadar, tarıma geçilmesine karşın dünyanın pek çok yerinde avcı-toplayıcı etkinlik sürmekteydi. Avrupalılar öncesinin Kuzey ve Güney Ameri­ka kıtaları, Afrika’nın büyük bölümü, Sibirya’nın kuzey ve doğu uçları, Avustralya kıtası ve çevresi avcı-toplayıcılığın hüküm sürdüğü geniş alanlardı. Ancak ortak bir geçim biçimini paylaşmakla birlikte, bu halklar büyük bir çeşitlilik arz etmekteydi. Bu çeşitliliğin başlıca nedeni, dünyanın çok farklı alanlarında yaşayan bu topluluk­ların yaşadıkları alanların farklı ekolojik ve iklimsel özelliklerine gö­re, farklı uyarlanma biçimleri geçirmiş olmalarıydı. 16. yüzyılda baş­layan ve giderek etkisini artıran kolonileştirme hareketi bu yörelerin pek çoğunda avcı-toplayıcılığı ortadan kaldırdı ve avcı-toplayıcı et­kinlik besin üreticiğine uygun olmayan çevrelerde sürdürülebilir ha­le geldi. Bu çevreler arasında Asya’da Güneydoğu Asya’nın, Malez­ya ve Filipinler’in tropik ormanlarının ücra köşeleri, Afrika’da Mada­gaskar ve Kongo ormanları gibi yoğun yağmur ormanlarının derin­likleri, Güney Afrika’daki Kalahari Çölü, Güney Amerika’da Amazon yağmur ormanlarının iç bölgeleri ve Kuzey kutup dairesi çevresi yer alır. Ancak bu avcı-toplayıcıların varlıkları ve yaşam biçimleri de sı­nırları içinde yaşadıkları ulus-devletlerin modernleştirici etkisi karşı­sında tehdit altındadır ve çok geçmeden bu geçim biçiminin dünya yüzünde hiçbir örneğinin kalmaması şaşırtıcı olmayacaktır. Özgün geçim ve yaşam biçimi tamamen ortadan kalkmış olan son örnek Avustralya Aborijinleri’dir. Bugün avcı-toplayıcı yaşam ve geçim tar­zını özgün biçimde temsil edebilen yegâne topluluk Güney Afrika (Botswana)’daki Kalahari Çölü’nde yaşayan !Kung San’lardır (Fotoğ­raf 6.1 Avdan dönen !Kung erkekleri).

Avcı-toplayıcı etkinlik kolonileştirme hareketi sonrasında sadece besin üreticiliğine uygun olmayan çevrelerde sürdürülür hale gelmiştir. Bunun nedenlerini tartışınız.

Ekoloji, Teknoloji ve Nüfus

düzeyde bağımlıdırlar. Burada hayatî kav­ram biyolojik taşıma kapasitesi kavramıdır. Biyolojik taşıma kapasitesi kavramı, be­lirli bir yaşam alanında (ekolojik eşikte), o çevrenin ekolojik koşullarının sunduğu olanaklarla, herhangi bir güçlük çekmeden yaşayabilecek en yüksek miktardaki canlı sayısını ifade eder, ayrıca bu yaşam alanının canlılara sağlayabileceği en yük­sek yaşama olanağını da gösterir. İnsan açısından baktığımızda bir alanın biyolojik taşıma kapasitesini belirleyen pek çok etkenden söz edebiliriz. Bunlardan ilki, o alandan elde edilebilecek toplam besin miktarıdır. Bunun yanısıra protein, vitamin ve mineraller gibi temel beslenme öğelerinin o çevreden elde edilebilir oluşu ve miktarları da o çevrenin taşıma kapasitesini etkiler. Yani besin miktarı yanında on­ların beslenme değeri de önemli bir etkendir. Bu nedenle insanlar beslenme yeter­sizliğinden kaçınmak için, besinlerini olabildiğince çeşitlendirmeye çalışırlar. Biyo­lojik taşıma kapasitesini belirleyen bir diğer önemli etken, o yörede yaşayan nüfu­sun doğum ve ölüm oranları ile göç verme ve göç alma dinamikleridir. Biyolojik
taşıma kapasitesi ele alınırken başvurulan üçüncü etken, insanların besin olarak kullanılabilecek kaynakları tanıma yeteneğidir. Her kültürün bir beslenme rejimi vardır ve bu kültürlerde hangi bitki ve hayvan türlerinin tüketilebilir olduğuna iliş­kin bir bilgi vardır. Örneğin Türkiye’nin başka yerlerinde yenebilir sayılmayan ba­zı bitkiler, örneğin ısırgan otu, Doğu Karadeniz bölgesinde yenen bir ottur. Bunun gibi Giritlilerin Türkiye’ye taşıdığı pek çok bitkiyi diğer yurttaşların çoğu bilmez bi­le. Bunun gibi Batılıların yabanî ot saydığı kuzukulağı ve kazayağı, Amerikan yer­lilerinin çoğunluğu tarafından beslenmede önemli bir yere sahiptir. Bazı kültürle­rin bilmediği ya da yenebilir saymadığı pek çok bitki ve hayvan, başka kültürler­de temel bir besin maddesi hatta özel bir mutfak unsuru olabilir. Örneğin bizim toplumumuz salyangozu yenebilir kabul etmediği halde, Fransız mutfağında bu özel bir lezzet ögesidir. İşte bu nedenlerle antropologlar belirli bir çevrenin biyo­lojik taşıma kapasitesini hesaplarken, o çevrenin insanın tüketimine sunduğu istik­rarlı ve en düşük bitkisel ve hayvansal besin potansiyeli ile su miktarını hesapla­dıkları gibi, o çevreye uyarlanmış olan insan topluluğunun kültürel besin listesi­ni de hesaba katmak zorundadır. Ayrıca antropoloğun dikkat edeceği bir başka şey, o ekosistemde beslenme açısından zorunlu ama kıt olan kaynak ya da kay­naklardır. Kıtlaşan kaynak hangisiyse, biyolojik taşıma kapasitesi bakımından ha­yatî önemde olan kaynak odur. Örneğin Kalahari Çölü’nde yaşayan avcı-toplayıcı !Kung San’ların yaşadığı çöl ekosisteminde, nüfusun ihtiyaçları ile sahip oldukları teknolojik olanaklar aynı kaldığı sürece 100 mil karelik bir alan 40 insanı rahatlık­la ve sonsuza kadar destekleyebilmektedir. Buradaki hayatî öge sudur. Çünkü bu çölde kuyular yaklaşık olarak 100 mil kadar arayla bulunabilmektedir ve bir kuyu normal yağış dağılımı olan yıllarda ortalama olarak 30 kişiyi destekleyebilmektedir. Buna bağlı olarak Kalahari Çölü’nde yaşayan !Kung San’lar, zorunlu olarak çok ge­niş bir alana yayılmış biçimde, küçük topluluklar halinde yaşarlar. Hemen hemen bütün avcı-toplayıcıların yaşam döngüleri, !Kung San’larınkine benzer bir örüntü gösterir. Bu yüzden avcı-toplayıcılarda biyolojik taşıma kapasitesi diğer geçim bi- çimleriyle karşılaştırıldığında en düşük olanıdır. Avcı-toplayıcılarda 1 km2‘lik bir alan ancak 0,1 ya da 0,2 kişiyi besler (0,1-0,2 kişi/km2). Bu oran ilk tarımcılarda km2 başına 1-2 kişiye (1-2 kişi/km2), sulu tarım yapan topluluklarda ise km2‘ye 6 ilâ 12 kişiye çıkar (6-12 kişi/km2). Çağdaş avcı-toplayıcıların en iyi örneği olan !Kung San’lar üzerinde yapılan araştırmalar, bu topluluğa mensup bir avcının yak­laşık olarak 2,5 km2‘lik bir av ve toplama alanına ihtiyaç duyduğunu göstermiştir. Bu bilgiye dayanarak Paleolitik dönem avcılarının nüfusunu hesaplanmaya çalışa­lım: Dünyada karasal alanların toplamı 150 milyon km2‘dir. Bunun ancak yarısı, yani 75 milyon km2‘si kültür geliştirmeye ve insan yaşamına uygundur. 75 milyon km2‘lik yaşanabilir alan 2,5 km2‘ye bölündüğünde 30 milyon rakamı çıkmaktadır. Demek ki, biyolojik taşıma kapasitesine bağlı olarak Paleolitik çağlarda avcı-top- layıcı hayat süren insanların ulaşabileceği en yüksek nüfus 30 milyon olabilirdi. Ancak gerçek sayı bu da değildir. Çünkü arkeologlar Neolitik dönemin başında avcı-toplayıcılığa uygun alanların ancak altıda birinin insanlarca iskân edildiğini hesaplamışlardır. Demek ki Paleolitik dönemlerin en yüksek insan nüfusu ancak 5 milyondur.

Kültürel besin listesi: Bir

kültürün yenebilir saydığı beslenme ürünlerinin tamamıdır.

Ömür beklentisi: Belirli bir dönem ve toplumda bireylerin ortalama olarak kaç yıl yaşayabileceğini gösteren yaştır.

Üstelik bu çağlarda ömür beklentisi de çok düşüktü. Hayatta kalabilen bir be­beğin ömür beklentisi en fazla 20 ilâ 25 yıl kadardı. Bir bireyin ulaşabileceği en yüksek yaş 40 civarındaydı. Bunun yanısıra doğum hızıyla ölüm hızı birbirine çok yakındı. Doğurganlığın yüksek olması gibi, ölüm oranı da yüksektir. Bu da bir nü­fus dengesi yaratır. Bu yüzden nüfus artış hızı çok yavaştır. Örneğin yukarıdaki nü­
fus hesabına göre Paleolitik dönemdeki nüfus artış hızı bin yılda ancak % 2 kadar gerçekleşmişti. Kimi zaman nüfusta azalma eğilimi bile görülmüştür. Özellikle ya­bancı halklarla temas ve onların iktisadî baskılarıyla birlikte yabancılardan gelen enfeksiyonlara maruz kalınması bunun en önemli nedenidir. Ayrıca özellikle kolo- nileştirme sürecinde yaşanan terör, soykırım ve rezervasyon kamplarına kapatma gibi yok edici etkenler de nüfus azalmasına yol açmıştır. Örneğin Amerika kıtası­na Avrupalıların geldiği 1492 yılında Meksika’da 4,5 milyon, diğer Orta Amerika ül­kelerinde 800 bin, Güney Amerika’da ise 6 milyon 785 bin Kızılderilinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Bugün kıtada bu nüfusun ancak onda biri yaşamaktadır. Bu dinamiğe nüfusu azaltan temas döngüsü adı verilir. Tasmanyalı’lar ve Fuegli’ler bu şekilde azalarak yok olmuşlardır.

Avcı-toplayıcılarda teknolojik gelişme yavaş olmuştur. Ancak buna karşın yak­laşık olarak 2 milyon yıldır çeşitli aletler yardımıyla yapılan avcı-toplayıcı etkinlik, ilk zamanlardan Neolitik döneme uzanan süreçte oldukça değişmiş, ama insan tü­rü için bu milyon yıllarla ölçülen süreyle kıyaslandığında hayli kısa sayılabilecek bir zaman öncesine kadar temel ve evrensel besin edinme stratejisi olmayı sürdür­müş, zaman içinde teknoloji ve örgütlenme bakımından giderek yetkinleşmiştir. Paleolitiğin başında iki yüzeyli ya da konik basit taş el baltalarıyla yapılan avcılık, Orta Paleolitik’te yonga ve dilgilerden oluşan daha geniş bir alet çantasına kavuş­muş, Üst Paleolitik’te ise mızrak uçları ile, ok ve yaylarla, hatta zıpkınlarla destek­lenmiş; toplayıcılık ise çıplak elle toplama biçimiyle başlayıp toplama etkinliğinde kullanılan kapların, yabani bitkilerin toplanmasında kullanılan basit orakların ya­pımına kadar gelişmişti. Yaklaşık olarak 40 bin yıl öncesine gelindiğinde, dünya­nın pek çok yerine dağılmış bulunan insan türü artık belirli hayvan türlerini avla­mak ve her çevrenin sunduğu özel ve farklı bitki türlerini devşirmek konusunda ustalaşmıştı.

40 bin yıl öncesi önemli bir tarihtir. Modern insan o tarihten itibaren temel be­sin kaynağı olan av sürülerinin peşinde, buzul döneminde karasal bir bağlantı olan Bering Boğazı üzerinden, daha önce hiçbir insan türünün yaşamadığı Amerika kı­tasına geçmiş; Avustralya kıtası avcı-toplayıcı insan topluluklarınca iskân edilmişti. 20,000 yıl öncesinin Avrupa’da ve Ortadoğu’da yaşayan Üst Paleolitik insanı, sade­ce öncekilere göre büyük bir çeşitlilik arz eden temel av aletlerini yapmayı değil, dokumacılığı ve sepet kullanmayı da öğrenmişti. Bu ilk avcı-toplayıcı dönemlerle karşılaştırıldığında büyük bir teknolojik atılımdı.

Ekonomi, Örgütlenme ve Siyaset

Avcı-toplayıcı ekonomisi hakkındaki eski görüş, bu toplulukların çevre koşulları­nın insafına terk edilmiş, dolayısıyla varlıkları tehdit altında bulunan, istikrarsız bir geçim biçimine sahip gruplar oldukları şeklinde idi. Çünkü bu görüşe göre avcı- toplayıcılar kaynakları denetleme yeteneğinden yoksun görülüyordu. Ancak 1950’lerde antropolog Julien Steward’ın yaptığı çalışmalarla başlayan geniş bilgi bi­rikimi bu kanıyı tersine çevirdi.

Alet çantası: Bir topluluğun hayatı sürdürmek için kullandığı bütün araç ve gereçlerden oluşan ve onların teknolojik durumlarını, doğanın önlerine çıkardığı sorunları karşılamaktaki yeterliliklerini gösteren, insan mamulü ürünlerin toplamıdır.

Avcı-toplayıcıların temel örgütlenme biçimine takım adı verilir. Bu topluluklar genellikle nüfusu 25 ile 100 arasında değişen küçük takımlar halinde yaşamayı ter­cih ederler. Doğrudan doğruya doğada hazır bulunan kaynakların istismarına da­yanan bu geçim tarzında, topluluğun büyüklüğü (nüfus baskısı) doğadaki kaynak­ları tehdit edecek bir nitelik arz edebileceğinden nüfus artışı ve kalabalık örgütlen­me, yaşamın devamı açısından tehlikelidir. Bu takımlar, yararlandıkları besin ve su kaynaklarının mevsimsel değişmelerine bağlı olara hareket ederler; bu yüzden gö­
çerler. Topluluğun yaşamını sürdürebilmesi, bu hareketin devamına ve yararlanı­lan kaynakların istikrarına bağlıdır. Bu hareketlilik, aynı zamanda avcı-toplayıcıla- rın komşu topluluklarla karşılıklı ziyaret ve değiş-tokuş (mübadele) ilişkileri geliş­tirmesine neden olmuştur. Bu temaslar içinde bugün en iyi bildiklerimiz sessiz ti­caret, ticaret ortaklığı ve bunun ilginç bir örneği olan kula döngüsüdür.

Sessiz ticaret, Batı Afrika’nın avcı-toplayıcı topluluklarından Mbuti Pigme’leriy- le bahçeci komşuları Bantu’lar arasında yapılır. Orman içinde hareketli bir hayat süren Pigme’ler, ormandan avladıkları ve topladıkları, kendi ihtiyaçları dışında ka­lıp değiştirmek istedikleri maddeleri bir Bantu köyünün sınırına getirip toplu hal­de bırakarak giderler. Bantu’lar da değiştirmek istedikleri tarım ürünlerini Pig- me’lerin bıraktığı maddelerin yanına bırakırlar. Pigme’ler bir süre sonra geri döne­rek Bantu’ların değiştirmek istediği ürünleri gözden geçirirler, bu teklifi az bulur ya da beğenmezlerse çekip giderler. Böylece sessiz bir pazarlık, anlaşma oluncaya ya da Pigme’ler tatmin olmayıp vaz geçene dek sürüp gider. İkinci bir tür ticaret tica­ret ortaklığıdır. Bazı topluluklar arasında ticaret kardeşlikleri kurulur. Bu topluluk­lar karşılıklı olarak ellerindeki ürün fazlasını, yanında bazı armağanlarla birlikte kardeşlerine götürür ve karşılığında diğer topluluğun ürün fazlasını ve armağanla­rını alarak dönerler. Burada değiş-tokuş edilen ürünlerin birbirine yakın değerde olmasına dikkat edilir. Batı Okyanusya adalarından Trobriand’da yaşayan ve 1922 yılında onları inceleyen Malinowski’nin Argonaut’lar adını verdiği balıkçı toplu­luklar kanolarıyla denize açılarak ticaret kardeşleriyle, süs eşyası olarak kullanılan kolye ve bilezik değişimi yaparlar. Bu seferlere Kula adı verilir. Kanolu balıkçılar adalar arasında saat yönünde sefer yaptıklarında kolye, aksi yönde sefer yaptıkla­rında ise bilezik değiş-tokuş ederler. Kula sırasında seyahat eden balıkçıları kara­da bir ticaret ortağı karşılar. Karşılama sırasında önce armağanlar (kolye ve bile­zikler) değiş-tokuş edilir, ancak bu armağan değiş-tokuşunun yanında ihtiyaç du­yulan malların takası da yapılır.

Argonaut: Eski Yunancada denizci demektir. Bu terim mitolojide Altın Post’u aramak için denize açılan Yason ve arkadaşlarını anlatır.

Minimalizm: ihtiyaçları en az sayıda girdi ve kaynak kullanarak giderme eğilimidir.

Tabakalaşma: Toplumun iktisadî, siyasal ve kültürel olarak birbiriyle hiyerarşik ilişkisi olan ve eşitsizlik doğuran farklı kümelere bölünmüş olmasıdır.
  1. yüzyıl evrimci antropologlarının yabanıllık ve vahşilik yakıştırmalarının ak­sine, avcı-toplayıcılar kurdukları ilişkiler ve ihtiyaçlarının minimalizmi yüzünden genellikle barışçıdırlar. Toplulukların küçük olması ve hareketliliği, bu hareketlili­ğin de belirli kurallara ve rotalara bağlı olması, kaynaklar üzerindeki rekabet ya da çatışmayı olabildiğince azaltmakta; biriktirme yönünde herhangi bir eğilimin bu­lunmaması da kültürel olarak rekabet ve çatışma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Rekabet ve çatışma ihtimalinin ortaya çıktığı durumlarda avcı-toplayıcılar, genellik­le grubun bölünerek ayrışmasını yeğlemektedirler. Bu türden tercihlere karar ve­ren ise genellikle konumundan dolayı herhangi bir ayrıcalığı bulunmayan takım li­derleridir. Bu karar vericilik bir otorite temin aracı değil, bir zorunluluktur ve bu yüzden avcı-toplayıcılardaki liderlik ya da reislik, bir imtiyaz değil aksine bir yü­kümlülüktür. Bu yüzden bu topluluklar eşitlikçi sayılırlar. Söz konusu eşitlikçiliği besleyen bir başka önemli öge, bu topluluklarda bir uzmanlaşmanın ve iş bölümü­nün bulunmayışıdır. İş bölümü genellikle cinsiyete dayalı iş bölümü düzeyinde kalmaktadır. Örneğin !Kung San’larda 20 kişilik bir takım içinde yer alan 10-15 ki­şi hergün avlanmak ya da bitki toplamak için konak yerinden ayrılır. Bu kişiler ak­şam döndüklerinde toplanan yiyecekler takım içinde yer alan bireyler ve aileler arasında bölüşülür. Dolayısıyla bu eşitlikçi yapıda herhangi bir tabakalaşma bul­mak da mümkün değildir. Tabakalaşmayı önlemeye yönelik en uç uygulamayı Ka- nada’nın Pasifik kıyılarında yaşayan Kwakiutl’ların potlaç geleneğinde bulmaktayız (bkz. Ünite 2).

 

Çeşitli ekosistemlere uyarlanmış biçimde yaşayan avcı-toplayıcılarm enerji kul­lanımı ve verimlilikleri birbirine benzer. Genel nüfusun yaklaşık olarak üçte ikisi fiilen, sadece karın doyurucu miktarlara ulaşana dek sürdürülen geçim etkinliğine katılır. Richard Lee’nin (1968) !Kung San’lar üzerinde yaptığı araştırmalara göre, geçim etkinliği için harcadıkları zaman yılda sadece 800 saat civarındadır. Genel­likle tüketebilecekleri kadar avlar ve toplarlar. Yiyecek biriktirme pek görülmez. O yüzden hareketlidirler. Buna bağlı olarak üretim/tüketim verimliliği çok düşüktür. Richard Lee’nin (1968) !Kung San’lar üzerine yaptığı araştırmadan elde ettiği veri­ye göre bu oran 9,6’dır ve bütün geçim biçimleri içindeki en düşük verimlilik ora­nını gösterir. Bu sayının da gösterdiği gibi, avcı-toplayıcılarda artı-ürün yaratımı yoktur.

Avcı-toplayıcılar çok farklı çevrelere uyarlanmış, farklı av ve toplama etkinlikleri­ne özelleşmişlerdir. Bu farklı uyarlanma ve özelleşme süreçleri, doğal olarak fark­lı yaşam biçimlerini yaratmış, farklı kültürel özelliklerin ortaya çıkmasına yol aç­mıştır. Kolonizasyon öncesi Amerika’sında Mississippi ırmağının batısında kalan bugünkü Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri toprakları yoğun biçimde avcı- toplayıcı takımlarca işgal edilmişti. Geniş ovalarda yayılan yabani bizon sürüleri avcılığıyla geçinen ya da orman içi avcı-toplayıcı uyarlanması geliştirmiş olan bu topluluklarm çok büyük bir kısmı kolonileştirme sonrasında, yaklaşık olarak iki yüz yıl içinde yok edilmiştir. Kendilerine özgü kültürleri ve özel bir dil grubu ala­nı yaratacak zenginlikteki dilleriyle bu topluluklar avcı-toplayıcı uyarlanmanın en güzel örneklerinden birini sunmaktaydılar. Doğanın tahakkümünü ve kontrolünü amaçlamayan, onunla karşılıklı yarar ve saygı ilişkisi kuran bir inanç ve değer sis­temiyle yaşayan bu topluluklar, doğayla bugünkü Batı anlayışından çok farklı bir ilişki biçimi geliştirmişlerdi. Bugün bu yaşam biçiminin son örneklerine Kuzey Ka- nada’da (James Bay Cree), Alaska’da ve Pasifik kıyısı Kanadası’nda rastlanmakta­dır. Kuzey Kanada ve Kuzey kutup dairesine yakın bölgede daha çok bizim Eski­mo adını verdiğimiz ve Buzul Çağı uyarlanma biçimlerini akla getiren bir yaşam bi­çimi sergileyen înuitleri bulmaktayız. Onların biraz güneyindeki çember içinde ya­şayan avcı-toplayıcı Amerikan Kızılderilileri, orman içi soğuk iklim hayatına uyar­lanmış bir kültüre sahiptirler. Kuzey Amerikadaki bir başka uyarlanma biçimi, Pa­sifik kıyılarında yaşayan birkaç toplulukta gördüğümüz balıkçılık tarzı uyarlanma­dır. Kuzey Amerika’nın Büyük Ovalar (Nevada) bölgesindeki Timbişa Şoşon’lar ise geniş sıcak iklim bozkırlarına uyarlanmış bir hayatın örneğini sunarlar. Güney Amerika’daki uyarlanma Kuzey Amerika’dakine hiç benzemez. En güneyde Ateş Ülkesi (Tierra del Fuego) denen yerde yaşayanlar (Ona’lar, Yamana’lar, Selk- nam’lar) soğuk iklim bozkırlarına özgü bir uyarlanmanın örneklerini sunarlar. Bir diğer ilginç grup And dağlarının doğu eteklerinde, Arjantin sınırları içinde yaşar (Toba’lar). Bunlar dağ ekolojisine uyarlanmış bir yaşam tarzı sergilerler. Amazon ve Orinoco ırmakları havzasında, Venezuela, Paraguay ve Ekvador’da ise avcı-top- layıcılıkla bahçeciliği bir arada sürdüren topluluklara rastlanır (Huaorani’ler, Yano- mamö’ler, Kuiva’lar, Siriono’lar ve Açe’ler). Bu da çok doğaldır, çünkü bu bölge yağmur ormanlarıyla kaplıdır ve izleyen bölümde açıklayacağımız bahçecilik uy­gulamasına çok elverişlidir. Bu yüzden adı geçen toplulukların bu iki geçim biçi­mini bir arada sürdürdükleri görülür. Sibirya’da nemli ormanların arasında yer alan

soğuk bozkırlara uyarlanmış bazı küçük avcı-toplayıcı topluluklar vardır (Hanti’ler, Nia/Nganasan’lar, Ket’ler, Çukçi’ler, Alas­ka Eskimolarıyla akraba olan Sibirya Yu- pikleri). Bunlar avcılıkla birlikte küçük öl­çekli ren geyiği çobanlığı da yaparlar. Or­ta Sibirya’da Evenki’ler ve Sahalin Adala- rı’ndaki Nivh’ler de anılanlara benzerler. Ayrıca Japonya sınırları içinde yer alan Hokkaido ve Rusya sınırları içindeki Sa­halin ve Kuril adalarında ise avcı-toplayı- cı Aynu’ları görmekteyiz (Fotoğraf 6.2 Ay- nular). Bu toplulukların büyük bölümü Sovyet sanayileşmesinin ve madencilik politikalarının etkisi altında iyice küçül­müş, bazıları da yakın zamanlarda ortadan kalkmıştır (örneğin Nivh’ler ve Even­ki’ler). Afrika kıtası, sanıldığının aksine çok az sayıda avcı-toplayıcı topluluk barın­dırır. Çünkü Afrika aslında tarımın ilk başladığı kıtalardan biridir. Afrika avcı-top- layıcıları arasında en ünlüleri Kamerun’dan Ruanda’ya uzanan geniş bir kuşakta, ekvator çevresi yağmur ormanlarında yaşayan Pigme’lerdir. Doğu Afrika’da, Tan­zanya sınırları içinde komşu çiftçi ve çoban takımlarla birlikte yaşayan Hadza’lar ve Kenya’daki Okiek’ler, bu komşuluk ilişkilerine bağlı olarak değişik bir uyarlan­ma geçirmişlerdir. Bunun en önemli nedeni Masaai’lerle girdikleri ticaret ilişkileri­dir. Güney Afrika’daki Botsvana, Namibya ve Angola’ya yayılan Kalahari Çölü’nde sıcak bozkırlara ve çöl koşullarına uyarlanmış ünlü !Kung San’lar yaşar. Bunlarla birlikte benzer biçimde uyarlanmış başka komşu küçük avcı-toplayıcı topluluklar da vardır (Jui/’hoansi’ler, Gui’ler ve Tyua’lar). Madagaskar’ın yoğun ormanlarında ise iç savaşa kadar varlıklarını sürdürmüş olan Mikea’ları buluruz. Güney Asya’da Hint alt kıtasındaki avcı-toplayıcıları iç yüksek bölgelere çekilmiş bir halde, yoğun ormanlık alanlarda bulmaktayız. Bu topluluklar ovalardaki pazarlara orman ürün­leri (bal, şifalı bitkiler, deri ve kürk) sağlayarak yaşarlar. Sri Lanka’daki Wanniyala- aetto’lar, Hindistan’daki Nyaka’lar, Paliyan’lar, Pandaram’lar, Birhor’lar ve Cen- çu’lar hâlâ bu avcı-toplayıcı hayatı sürdürmekteler. Güneydoğu Asya’nın hemen her yerinde ama noktalar halinde yaşayan avcı-toplayıcılara rastlamaktayız. Yoğun yağmur ormanları ikliminde yaşan bu topluluklar Malay yarımadası ormanlarına (Batek ve Jahai’ler), Filipinler’e (Batak’lar ve Agta’lar), Güneydoğu Asya alt-kıtası- na, Borneo adasına (Penan’lar) yayılmış durumdalar. Özellikle adalarda yaşayan avcı-toplayıcılar çok uluslu şirketlerin bölgedeki etkinliklerinin tehdidi altındalar. Avustralya kıtasında ise 18. yüzyılda yoğunlaşan kolonileştirmeye kadar, hemen hemen bütün kıtaya yayılmış biçimde, çeşitli ekosistemlere uyarlanmış çok sayıda avcı-toplayıcı grup yaşamaktaydı. Bu topluluklara Aborijinler adı verilmiştir. Son göçebe Aborijin topluluğu olan Batı Çölü bölgesinin Pintupi’leri 1950 ve 60’larda yerleşik hayata geçirildi. Kolonizasyon sürecinde bütün kıtaya yayılmış biçimde yaşayan Aborjinler, yavaş yavaş çöl bölgelerine sürüklendiler ve sonunda yerleşik- leşerek yaşam biçimlerini tamamen bırakmaya zorlandılar.

Beslenme ve Sağlık

Avcılık yapan topluluklar yüksek protein tüketimi ile sağlıklı bir hayat sürerler. Av- cı-toplayıcı yaşam tarzının zorunlu kıldığı hareketlilik de bu yüksek protein alımı­nın yaratacağı kan yağlanması gibi sorunları önlemektedir.

Holosen: Günümüzden 10 bin yıl önce başlayıp hâlâ devam eden jeolojik dönemdir.

Avcı-toplayıcılar genellikle sağlıklı topluluklardır. Hareketlilikleri, küçük nüfus­ları ve avcılığa bağlı olarak yüksek protein tüketimleri, onları salgın hastalıklar kar­şısında dirençli hale getirmiştir. Küçük nüfuslar halinde yaşayan avcı-toplayıcılar genellikle diğer topluluklardan yalıtık olarak yaşarlar. Dolayısıyla bu topluluklarda hastalık taşıyan virüslerin, bakterilerin, parçacıkların, spor, yumurta ve enfeksiyon taşıyan larvaların akışına izin verecek bir temas yoktur ya da çok azdır. Avcı-top- layıcılarda toplumsal farklılaşma sadece yaş ve cinsiyet gibi biyolojik kategoriler üzerinden yürüdüğü için, yani bir toplumsal tabakalaşma bulunmadığından, kar­maşık ve tabakalı toplumlara özgü olan, farklı tabaka ve meslek gruplarına özgü hastalık farklılaşmasına onlarda rastlanmaz. Hareketlilik, bir yandan belirli bir böl­gedeki insan yerleşiminin yerleşme koşullarından kaynaklanan hastalık kaynakla­rını sınırlarken, bir yandan da göçebe hareketliliğe bağlı olarak yerel enfeksiyon­ların insan topluluğuyla birlikte hareketini de doğurur. Ayrıca mevsimlik barınak­lar, aile içindeki hastalık temaslarını sıklaştırır. Ancak bu mevsimlik barınaklar ha­vadan gelebilecek enfeksiyonları azaltıcı bir etki yaratmaktadır. Bütün bunlara kar­şın avcı-toplayıcılar, bugün yerleşik toplumları tehdit eden pek çok hastalıktan ko- runabilmiştir. Örneğin Borneo’nun Sarawak bölgesinde yaşayan Penan’lar, yer de­ğiştirme davranışlarına bağlı olarak, yerleşik komşularında çok sık görülen sıtma (malarla) hastalığına pek yakalanmazlar. Bu yüzden bugün tanıdığımız yaygın bü­tün salgın hastalıklar, tarım devriminden sonra gelişerek insanlığı tehdit eder hale gelmiştir. Dolayısıyla tarım devrimini yaşamamış avcı-toplayıcılarda bu hastalıklara karşı bağışıklık sistemi gelişmemiştir. Örneğin Avrupalılar Amerika kıtasına geldik­ten sonra, kıtanın yerli avcı-toplayıcıları ciddi salgın hastalık tehditleriyle karşı kar­şıya kaldılar. Çünkü çiçek hastalığı, kızıl, kızamık ve bunun gibi bulaşıcı hastalık­lar binlerce yıldan beri Asya, Avrupa ve Afrika’da bilinmekteydi. Buna bağlı olarak bu kıtalarda yaşayan insanlar bu hastalıklarla baş edebilecek bir bağışıklık sistemi geliştirmiş, bu hastalıklara en iyi direnç gösterebilecek biçimde bir doğal seçilim sürecinden geçmişlerdi. Ancak Amerika yerlileri için bu durum söz konusu değil­di. Avrupalılarla temasa geçen Kızılderililer, özellikle kızamık ve çiçek hastalığın­dan kaynaklanan toplu ölümlere maruz kaldılar. Örneğin Kuzeybatı Amerika’da yaşayan Mandan’lar çiçek hastalığı yüzünden üç haftada tamamen yok olup git­mişlerdi. Modern dönemde avcı-toplayıcıların, özellikle Kuzey Amerika Kızılderili- lerinin ve Avustralya Aborijinlerinin sağlık açısından maruz kaldığı bir başka önem­li tehdit, rezervasyon kamplarına ya da belirli küçük yerleşmelere yerleştirilen av- cı-toplayıcıların alkolizme ve uyuşturucu bağımlılığına savrulmalarıdır. Temel ge­çim etkinliklerinden, kültürel hayatlarının rahatlatıcı mekanizmalarından ve doğal hareket sahalarından