Kimdir

Aşık Paşa kimdir? Hayatı ve eserleri

Aşık Paşa kimdir? Hayatı ve eserleri: On dördüncü asrın ünlü mutasavvıf şairlerinden. 1272’de Kırşehir’de doğdu. Babası Muhlis Paşa, Osman Gazi’nin maiyetinden, alim ve fazıl bir zat olup, Ehl-i sünnet itikadındaydı. Asıl adı Ali olup, Sultan Osman ve Orhan Gazi zamanlarında yaşadı. Din ve tasavvuf bilgilerini Kırşehirli Şeyh Süleyman Efendiden öğrendi. Devlet işlerinde ehliyet sahibi olan Aşık Paşa, bir süre Mısır’da elçi olarak bulundu. Mısır dönüşü 1333’te Kırşehir’de vefat etti. Mimari bakımdan bir şaheser olan türbesi Kırşehir’de olup, halk tarafından ziyaret edilmektedir.

Orhan Gazi zamanında şöhret sahibi olmuştur. En meşhur eserlerinden olan Garibname; muhabbet, marifet, ruhun vasıfları ve hasletleri ve benzeri dini ve tasavvufi konulara dair on bab (kısım) üzerine tertib edilmiş kıymetli bir kitaptır. Türk tasavvuf edebiyatının büyük eserlerindendir. Çoşkun bir şiir kitabı olmaktan çok, mantık ve düşünüşe dayanan öğretici bir eserdir. Eserin her babı yani bölümü bir sayıyla ayrılmıştır. Birinci babda Allahü tealanın birliği, ikinci babda çift olan şeyler, üçüncü babda üç sayısını esas alan hususlar, dördüncü babda mevsimler vs. gibi hususlar yer almaktadır. Bu durum ona kadar her babda, ayrı ayrı işlenmektedir. Eserin dili oldukça sadedir ve 12.000 beyte yakındır. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’si gibi aruzun “Failatün Failatün failün” kalıbıyla yazılmıştır.

Maarifname, Divan-ı Aşık ve Kitab-ı Aşık adlarıyla da anılan Garibname‘de Mesnevi’den alınmış hikayeler de bulunmaktadır. Aşık Paşa daha çok Senai, Attar, Mevlana ve Sultan Veled’in tesirinde kalmıştır. Ayrıca, Süleyman Çelebi’ye tesir ettiğini Mevlid adlı eserde açıkça görmek mümkündür. Garibname’den başka Fakrname, Vasf-ı Hal, Kimya Risalesi belli başlı eserlerini teşkil eder. Ayrıca şiirleri de vardır.

Risale-i fi Beyani’s-Sema isimli mensur bir eseri ise, Manisa’da Muradiye Kütübhanesinde bulunmaktadır.

Paşa lakabı, babasının ilk evladı olduğundandır. Resmi rütbe değildir. Aşık Paşanın en mühim yönü Türkçe aşkı ile eser vermesidir. Bu yönü ile o Türçecilik şuuru (bilinci) ile ortaya çıkan, dilimizin işlenmesi fikrini ileri süren ilk şairlerimizdendir.

KAYNAK: REHBER ANSİKLOPEDİSİ, 1. CİLT

Âşık Paşa kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1272-1332)

Asıl adı Ali olan Âşık Paşa, 1272 yılında Kırşe­hir yöresindeki Arapkir’de doğdu. Babası Muhlis Paşa, Horasan’dan gelerek Amasya’ya yerleşen Baba İlyas’ın oğludur. Şeyh İlyas da denilen Baba İlyas, devrin önde gelen din âlimlerindendir. Baba İlyas’ın Ömer, Yahya, Mahmud ve Muhlis adın­da dört oğlu oldu. Âşık Paşa bunlardan Muhlis Paşa’nın oğludur. Muhlis Paşa Mısır’a gitti ve Me­lik Zahir’in teveccühünü kazandı. II. Gıyâseddin Keyhüsrev zamanı olan ve adaletsizliğin alabildi­ğine hüküm sürdüğü, Moğol işgalinin devam et­tiği bu devirde Muhlis Paşa iftiralara uğradı. IV Kılıçarslan’ın 1266 yılında Sultanhanı’nda boğu­larak öldürülmesine de şahit oldu. Daha sonra Ahiliğin manevî merkezi Kırşehir’e gelen Muhlis Paşa babasının öğrencilerinden Şeyh Osman’ı zaviyesinde ziyaret ederek oğlu Âşık Paşa’yı ye­tiştirip kızıyla evlendirmesini vasiyet ettikten iki yıl sonra 1274 yılında vefat etti. Âşık Paşa, ida­renin zayıfladığı, Moğol zulmünün gitgide arttı­ğı, idarî kargaşa ve çekişmelerin çok olduğu bir zamanda doğdu ve ömrünü bu hadiseler içinde geçirdi. Onun öğrenimi ile ilgilenen Şeyh Osman, Âşık Paşa’nın en iyi şekilde yetişmesini sağladı. Böylece o zahirî ve batınî ilimlerde yetişti. Âşık Paşa’nın çocukluğu o devirde önemli bir kültür merkezi olan Kırşehir’de geçti. Ayrıca o Arapça ve Farsça yanında Ermenice ile İbraniceyi de öğ­rendi. Kendi verdiği bilgilere göre Hızır da ona hocalık etti. Böylece ledünnî ilmi de elde etti. Bu münasebetle oğlu Elvan Çelebi onun için; veliler-deki zevkler fena makamına ulaşma ile gafletten uzak olarak her an Hakk’ı hatırlama ve uyanıklık hâli yanında kendinden geçme durumunu Âşık Paşa’nın bizzat yaşadığını söyler. Ayrıca Âşık Paşa’nın iç ve dış güzelliğe sahip bulunduğunu; güler yüzlü, iyi ahlâklı ve iyiliklerde herkesten önde geldiğini bildirir. Devrinin başlıca bilgin­lerinden olması sebebiyle bütün müşkilleri çöz­mektedir.

Kaynaklara bakılınca Âşık Paşa ile ilgili olarak pek fazla bilginin bulunmadığını görürüz. Latifî (ö. 1582) onun yalnız Sultan Orhan devrinde ya­şadığını belirtir. Ayrıca onu ârif, veli ve tarikat yolunda önde gelen bir âlim olarak gösterir. As­len Horasan’dan geldiğini, Hacı Bektaş ile çağdaş olup görüştüklerini de zikreder. Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi de Latifî’yi doğrula­maktadır. O, Baba İlyas-ı Horasanî’nin Amasya’ya geldiğini, Amasî nisbesiyle anıldığını, oğlu Muh­lis Paşa’nın Kırşehir’de yerleştiğini, Âşık Paşa’nın burada doğduğunu ve bunların Hanefî mezhebin­de olduklarını zikreder. Ayrıca Âşık Paşa’nın 733 (1332) yılında 63 yaşında vefat ettiğini, Maarif-nâme adında Türkçe manzum bir eserinin bu­lunduğunu ve Hacı Bektaş-ı Velî’nin halifesi oldu­ğunu ve bu yolun Nakşilik’in Yesevî’ye dayanan bir kolunu teşkil ettiğini, Mecdi’ye dayanarak verir. Âşık Paşa, Latifî’nin zikrettiği şekilde yal­nız Sultan Orhan devrinde yaşamaz, 1272 yılın­da doğduğuna göre çocukluğu III. Gıyaseddin Keyhüsrev (1266-1284), gençlik yılları II. Mesud (1284-1296, 1302-1310) ve III. Alâeddin Key­kubad (1298-1302) zamanlarında geçmiştir. Ol­gunluk devrini Osman Bey (ö. 1326) zamanında yaşayan Âşık Paşa ömrünün son yedi senesini ise Orhan Bey devrinde geçirmiş ve 3 Kasım 1332 (13 Safer 733) tarihinde vefat etmiştir. Türbesi Kırşehir’dedir. Bu durumda o, üç Selçuklu ve iki Osmanlı hükümdarı olmak üzere beş sulta­nın saltanat zamanlarında ömür sürmüştür. Bu ömür içinde tahsiline Kırşehir’de devam etti. Süleyman-ı Türkmanî’den tasavvuf dersleri al­dığı gibi Kayınpederi Şeyh Osman’ın derslerinde yetişti. Devrinin siyasî şahsiyetleri yanında âlim ve şeyhleri ile temas kurdu; Hacı Bektaş-ı Veli’nin öğrenim halkasında bulundu ve onun halifesi oldu. Osman Gazi’nin istiklalini ilanı sırasındaki törenlere katıldı. Kırşehir’in Osmanlı toprakları­na geçmesinde büyük rol oynadı. Burada açtığı zaviyede ilim öğretti. Kırşehir beyi tayin edildi. Ayrıca Mısır’a elçi gittiği ve Anadolu valisi Timur-taş Paşa’nın veziri olduğu rivayetleri de vardır. Bu, yabana atılmaması gereken bir görüştür. Çünkü Âşık Paşa, Peygamber’in miracını anlattığı bölümde Kudüs şehrini, özellikle Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahrâ gibi yerleri görerek dile ge­tirmiştir. Bu yönü ile onun, ele aldığı mekânı en iyi şekilde tasvir edip canlandırdığı bir gerçektir. Buradan şairimizin Mısır’a giderken Kudüs’den geçtiği de anlaşılmaktadır.

Bazı Garib-nâme nüshalarında Emlehü’ş-şuarâ, Şeyhü’l-ârifîn ve Kutbu’s-sâlikîn şeklinde zikr edilen Âşık Paşa’nın en önemli vasfı devrinin bir ideoloğu olmasıdır. Bu yönü ile ele alındığı takdirde Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında kendine düşen görevi en iyi şekilde yerine getir­miştir. O, yeni Türk devletinin kuruluşunda te­mel meseleleri öne süren ve fikirler getiren bir bilgindir. Bu açıdan bakıldığı takdirde Âşık Paşa işe Türkçeden başlar. Türkçe için fikirler getirir. Bir devlet için dilin önemini belirtir. O bu nokta­dan işe başlamakla bir bakıma geçmişin hatalı yolunu da kapatmış olur. İdare meselesinde hü­kümdarın başta asalet, bilgi, vücut sağlığı, ce­saret, cömertlik ve vefa duygusu gibi özelliklere sahip olması gerektiğini söyler. Askerin ne şekil­de yetiştirilmesi gerektiğini, ordunun teşkilini, onlara gerekli harp aletleri ile silahlarını zikre­der. Ayrıca halka yol gösterir. Gerçek insanın na­sıl olması gerektiğini anlatır. Zaten ömrü, açtığı zaviyesinden de anlaşılacağı üzere, hep öğrenci yetiştirmekle geçmiştir. Diğer yönden insanları başlıca üç bölükte verir ve her bir bölüğü üstün, orta ve aşağı olmak üzere ele alır. Ona göre dokuz çeşit insan vardır.

Âşık Paşa, iyi bir tahsil görmesinin yanında çok geniş düşünmesi ile de dikkat çeker. Eserinde Türk kültürünün bütün devirlerine gider gelir. İfade ve bilgi olarak Orhun Âbideleri’ne, Kutad­gu Bilig’e, Dede Korkut’a, Mesnevi’ye ve Yunus’a giderken, bazı sözleri ile Süleyman Çelebi’yi yönlendirir ve Mevlid’in temelini oluşturur. Âşık Paşa’nın tesiri yalnız Süleyman Çelebi’de görül­mez. O edebiyatımızda Yusuf ile Zeliha, Leylâ ile Mecnun gibi aşk hikâyelerinin de ilk yazarların­dandır. Ayrıca miracnâme ve mevlid gibi türlerin yazılmasında da öncülük eder. Yine gül ve bülbül konusu da Türk edebiyatında çok işlenmiştir. Âşık Paşa, çağdaşı Gülşehrî’ye paralel olarak gül ve bülbülün hâllerini eserinde aşk içinde vermiş­tir. Hızır’ın hayatını anlatmakla ayrıca menkıbe türü içinde yine ilk sırada yer alır.

Bunlardan başka olarak Âşık Paşa’nın her ha­diseye ibret gözü ile bakması ve insanı olayların arkasını görmeye davet etmesi insanı hikmet tarafına çeker. Bu bakımdan Âşık Paşa hikemî edebiyatın da başında yer alır. Onda akıl, gözlem, düşünme ve hayatı bu açıdan görme esastır. Böy­lece edebiyatımızda Ahmedî’de (ö. 1413) yer alan hikmet konusu, daha sonra XVII. yüzyılda Nabi (ö. 1712) ile ortaya çıkıp bir ekol şeklinde Rami Mehmed Paşa (1654-1704) ve Koca Ragıp Paşa (ö. 8 Nisan 1763) ile devam ettirilir. O böylece hikemî edebiyatın başında olan ve bunun da çığı­rını çeken ilk şairdir.

Hayatı boyunca Âşık Paşa’nın devletin fikir baba­sı olduğunu ve kuruluş zamanını yönlendirdiğini belirtmek gerekir. O, Garib-nâme’sinin birin­ci bölümünde birlik üzerinde durur ve tam on hikâye anlatır. İşte o zaman Osmanlı Devleti’nin kurulduğu ve tarih sahnesine çıktığı zamandır. Mehmet Kaplan da bu mesele üzerinde durarak “Âşık Paşa eserinin birinci bölümünde insanların başarı, saadet ve hakikate birlik sayesinde ula­şabileceklerini ortaya koymuştur. Âşık Paşa’nın vahdet fikrine vermiş olduğu bu mana, âdetâ Os­manlı Türklerinin kurmuş oldukları “cihan dev­letinin ideolojik ve metafizik temelini hazırlar” dedikten sonra Âşık Paşa fikirlerini ortaya ko­yarken halkı ikna edici deliller ve örnekler verir; “adeta o devrin ideoloğudur” demekten kendini alamaz. Gerçekten Türk milletinin XIV. yüzyıla girerken Anadolu’da darmadağınık bir durumu vardır. Bunu XIII. yüzyılda hayatında yaşayarak gören Mevlana, parçalanmanın zararlarını Mes-nevi’sinde dile getirmiş, hatta eserinin ilk beytin­de bu fikre yer vermiştir. XIV. yüzyıl şairi olan Âşık Paşa da, bunun paralelinde birlik ve fayda­ları üzerinde durmuştur.

İkinci olarak ortaya sürdüğü fikir devlet dilinin Türkçe olmasını istemesidir. Âşık Paşa Türkçe üzerinde de durmuş, eserini Türkçe yazdığını ve Türkçeye önem verilmesi gerektiğini de anlata­rak her hususta Türkçe’nin Arapça ve Farsça’dan geri kalan bir dil olmadığını hemen her fikri ese­rinde anlattığını söylemiştir.

Üçüncü olarak madencilik, özellikle altın gümüş para basma üzerinde de durmuştur. Bir devlet için hükümdar adının paralarda yer alması da çok mühimdir. İşte Âşık Paşa bu hususu maden çıkarmaktan, altın ve gümüş elde etmekten daha da ileri götürerek padişah tuğrasını yiyen altının varlığından bahsetmiş ve paranın değeri üzerin­de durmuştur.

Âşık Paşa’nın devleti ilgilendiren üzerinde durdu­ğu önemli konulardan biri de ordu fikridir. Âşık Paşa’ya göre devletin ordusu alplerden meydana gelmeli ve seçme olmalıdır. Bunun için cesur ve yüreği sağlam, düşmana korku salan ordunun belkemiği olan ve kendisine güvenilen alplerden bahseder. Bunun ilk şartının cesaret olduğunu söyler. Alp denen evvela cesur olur. Bu birinci şarttır. İkinci olarak alperenin çok kuvvetli ol­ması gerekir. Üçüncü şart gayrettir. Bunlar vücut ve ruh özellikleridir. Bundan sonra donanım ve silah gelir. Bunların başında at vardır. Sonra zırh vardır. Ok ve yay da bir başka şarttır. Alperenin kılıcı da olmalıdır. Süngüsüz alperen olmaz, sün­gü de şarttır. Bütün bunlardan sonra kendisi gibi bir arkadaş da lazımdır. İşte böyle alperen yiğit­lerden meydana gelen bir seçme orduya devlet sahip olmalıdır.

Âşık Paşa eserinde devlet için gerekli hususlar üzerinde durur. İlim bunların başındadır. Adalet bir başka şarttır. Böylece hükümdarın özelliklerine kadar gider. Bunlar bir devlet için önde gelen hususlardır. Aslında Âşık Paşa Garib-nâme adlı eserinde en azından beş yüz elli konu üzerinde durmakta ve Mehmet Kaplan’ın da belirttiği gibi devrin ideoloğu olarak öne çıkmaktadır. Bu ko­nuları işleyen başka bir âlim o zaman içinde yok­tur. İşte Âşık Paşa eseri ile bu bakımdan devlet idaresinde yer almıştır. Ayrıca onun Türk edebi­yatının şekillenip temellendirilmesinde de önem­li rolü vardır. Başta Mevlid’e tesir eder. Süleyman Çelebi Vesiletü’n-necât adını verdiği Mevlid adlı eserine pek çok beyti Âşık Paşa’dan almıştır. O Türk milletini asırlar ötesinden aydınlatmaya de­vam eden bir şair ve fikir adamıdır.

Eserinin pek çok yerinde Kutadgu Bilig tesi­ri altında kalan Âşık Paşa da Garib-nâme adlı eserini bir ömür boyu yazmıştır. Bu eserin yazı­mında kâinatın, âlemin büyük bir yeri vardır. O bütün kâinâtı gözlemlemiş, hâdiseleri görmüş, ders çıkarmış; çıkardığı dersi yazıya dökmüş, talebesine okutmuş ve gelip evde kıssa kıssa, destan destan yazılmış; destanlardan bölümler meydana getirerek eserini ortaya koymuştur. Bu yönden bakınca Âşık Paşa’da hikmet vardır. Ona göre hikmet manadır, derstir. Bu itibarla Âşık Paşa Türk edebiyatında hikemî edebiyatın ilk halkası durumundadır. Eğer böyle, bir ömür boyu gözlem olmasa idi Garib-nâme yazılamazdı. Şu hade bazı eserler Kutadgu Bilig gibi iki ömür, kimi eserler de Garib-nâme gibi bir ömür boyu yazılabilmektedir.

Eserleri:

Kemal YAVUZ

Kaynak: Ahi Ansiklopedisi, 1. cilt, T.C. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Ankara, 2014

Âşık paşa kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (1272-1332) Türk şair. Türk tasavvuf edebiyatının ilk büyük şairlerindendir. Asıl adı Ali’dir. Mahlası Âşık’tır. Paşa olarak anılması ise bir san değil ailenin ilk çocuğu olması nedeniyledir. Hayatı üzerine çok az bilgimiz olan Âşık Paşa ve ailesi hakkında çeşitli söylentiler vardır. Dedesi Ebu’l-beka Şeyh Baba İlyas b. Ali 13. yy’da Horasan’dan gelerek Amasya’da yerleşmiştir. Ailesi Horasan’dan geldiği için Baba Ilyas’ı Acem olarak kabul edenler olmuşsa da böyle bir iddia geçerli değildir. Baba İlyas için Amasya Tarihi yazarı Hüseyin Hüsamettin’in kaynak göstermeden verdiği bilgiler ise öbür kaynakların verdiği bilgilerle uyuşmamakta­dır. Âşık Paşa’nın dedesi Baba İlyas, aslında 1240 yılında halifesi Baba İshak’la birlikte Baba Resul ayaklanmasını gerçekleştiren kişidir. Baba İlyas ayaklanma sırasında ölmüştür. Ölümünün nasıl olduğu hakkında da çeşitli söylentiler vardır. Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi’nin el-Menakıbü’l-Kudsiye fi Menasıbi’l-Unsiye adlı 118 yapraklık menkıbe türünde yazılan yapıtında verilen bilgiye göre, Baba İlyas yakalanarak Amasya kalesine kapatılmış, hücresinde birlikte bulunduğu bir keşişi Müslüman etmiş ve onu kendine mürit edinmiştir. Zindanda bulunduğunun kırkıncı günü hücresinin duvarı yarılarak boz atı gelmiş ve Baba İlyas’ı alarak kaybolmuştur. Destan havasındaki bu anlatışa karşılık, öbür kaynaklarda savaş alanında öldüğü veya idam edildiği söylenir.

Baba İlyas aynı zamanda Ebu’l-Vefa tarikatına bağlıdır ve Dede Garkın da onun halifesidir. Tarihte Baba İlyas’ın izleyicilerine Babai, ayaklanmaya da Babaîler Ayaklanması adı verilmektedir. İşte bu Baba İlyas’ın en küçük oğlu olan Muhlis Paşa hakkında da Şakayiku’n- numaniye dışında Elvan Çelebi’nin yuka­rıda adı geçen Menakıbnâme’sinde oldukça geniş bilgi vardır. Bu kaynağa göre ayaklanma sırasında henüz bir bebek olan Muhlis Paşa, Çat köyündeki ateşe verilen zaviyeden Şerefüddin adında birisi tara­fından kurtarılmış, yedi yaşından sonra Mısır’a götü­rülmüş ve Melik Zahir Baybars’ın sarayına sokulmuş­tur. Burada on dört yıl kalmış, daha sonra Anadolu’ ya dönmüş ve Sultan tarafından hapsettirilmiştir. Hapsedildiği Gavela Kalesi’nde uzun süre kalmış, bir ara IV. Kılıç Arslan kendisiyle anlaşmayı denemiş, fakat Muhlis Paşa kabul etmemiştir. Muhlis Paşa’nın 1273’e değin ne yaptığı ayrıntısıyla bilinmemektedir. 1273’te Konya’yı ele geçirdiği ve saltanat sürdüğü söylenir. Elvan Çelebi’nin anlatımına dayanan Oruç Bey ve Taşköprîzade dışında bu söylentiye bir de Şikârî Tarihi’nde rastlanmaktadır. Muhlis Paşa altı aylık bir saltanattan sonra egemenliği Karamanoğulları’na bırakmıştır. Muhlis Paşa ilk Osmanlı sultanı Osman Gazi zamanında hâlâ hayattaydı.

Âşık Paşa, Muhlis Paşa’nın oğludur. Kırşehir’de doğan Âşık Paşa zahir ve batın bilimleri Süleyman-ı Kırşehri’den öğrenmiştir. Elvan Çelebi’nin menakıbındaki kayda göre Âşık Paşa’nm yetiştirilmesi için Muhlis Paşa, İlyas Baba halifelerinden Şeyh Osman’ı görevlendirmiştir. Hatta daha sonra Muhlis Paşa’nın vasiyeti üzerine, Şeyh Osman o sırada Arapkir’de olan Âşık Paşa’yı çağırtır ve kızını Âşık Paşa ile evlendirir. Âşık Paşa devrin siyasal olaylarına karış­mış, Mısır’a gitmiş, Anadolu valisi Timurtaş’ın veziri olmuş daha sonra başarısızlıkla sonuçlanan bir ayak­lanmadan sonra Mısır’a kaçmış orada hapsedilmiş, 13 Kasım 1332’de Amasya’ya dönerken Kırşehir’de has­talanarak ölmüştür. Türbesi Kırşehir’dedir. Âşık Paşa’ya ait bu bilgiler yalnız Hüseyin Hüsamettin’in tarihinde görülmektedir. Elvan Çelebi’nin babasına ayırdığı bölümde bununla ilgili bir şey anlatılmaz. Elvan Çelebi’ye göre babasının dünya işleri ile hiçbir ilgisi olmamış, gençliğinden beri kendisini tasavvufa vermiş ve bir velî gibi yaşamıştır. Âşık Paşa’nın elimizdeki yapıtları da bunu kanıtlamaktadır. Şiirle­rinde ve Garibnâme’sinde. Yunus ve Mevlânâ’nın etkisi görülmektedir.

Garibname 1329-1330 yıllarında kaleme alınmış ve Aşık Paşa bunu

Bu kitabın hatmi uş oldu tamam

Toptolu yüz dasitan geldi tamam

Yedi yüz otuz yılında hicretin

Söz irdi hatmine bu fikretin

beyitleriyle belirtmiştir. Aşık Paşa, Garibnâme adını verdiği ve tasavvufun ilkelerini anlattığı bu yapıtını mesnevi tarzında yazmıştır. On bab üzerine kurulan yapıtın her babında on tane destan ver almaktadır. 12.000 beyit tutarında olan Garibnâme kimi nüshala­rının içinde gazeller de bulunması nedeniyle Divan-ı Aşık Paşa veya öğreticiliği nedeniyle Maarifnâme adıyla da anılmaktadır. Farsçanın daha üstün olduğu bir devirde Âşık Paşa’nın yapıtını Türkçe olarak yazması (önsözü Farsçadır) Garibnâme’yi halkı eğit­mek amacı ile yazdığını göstermektedir. O devirde Türkçeye karşı gösterilen ilgisizliği de yapıtında özellikle belirtmiş ve Türkçenin önemini

Türk diline kimseler bakmaz idi

Türklere hergiz gönül akmaz idi

Türk dahi bilmez idi bu dilleri

ince yolu ol ulu menzilleri

beyitlerinde ortaya koymuştur. Farsça önsözden son­ra giriş kısmında kâinatın yaratılışını, Hz. Peygambe­ri, Aşere-i Mübeşşere’yi (cennete gireceği müjdelenen on kişi) konu edinir. Birinci babda. Allah’tan ve bir olan şeylerden, ikinci babda dünya ve ahiret, ten ve can gibi ikili olanlardan, üçüncüde geçmiş, bugün ve yarından, dördüncüde dört unsurdan (anasır-ı erbaa), beşincide beş duyudan, akıncıda yaratılışın altıncı gününden, yani her babda o babın sayısına uygun konulardan söz etmektedir.

Garibnâme dini, tasavvufi ve öğretici bir yapıt olmakla birlikte sosyal konulara da zaman zaman değinmiştir. Çok okunduğu için hemen her yazma bulunan kitaplıkta bir iki nüshasına rastlanır.

Âşık Paşa’nın Garibnâme’de bulunan gazellerin­den başka eski nazire mecmualarında da (özellikle Camiu n-Nezair de) gazellerine ve ilahilerine rastla­nır. Bunlardan on dört tanesi Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yayımlanmış, ancak ikisinin Geyikli Baba’ ya ve Halil adlı bir şaire ait olduğu yine aynı araştırıcı tarafından saptanmıştır. Daha sonra Sadettin Nüzhet Ergun Âşık Paşa’nın on beş şiirim daha yayımlamış­tır. 1961’de Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf adlı yapıtında Âşık Paşa’nın bütün şiirlerini (67 tane) yeniden yayımlamıştır.

Fakrnâme: Şimdilik iki nüshasının varlığını bil­diğimiz (Roma, Biblioteca di Roma ve Manisa, Muradiye Kütüphanesi) bu yapıt, 161 beyitlik mesne­vi tarzında yazılmış tasavvufi bir metindir. Tasavvuf yoluna giren salikten (yol eri) istenen şeyleri ve Tanrı’nın yokluğunda var olma (fenafillah) felsefesini anlatmaktadır.

Vasf-ı Hal: Bu risalenin de şimdilik sadece Roma ve Manisa’da olmak üzere iki nüshası bilinmektedir. Mesnevi tarzında olan, 31 beyitten oluşan yapıtta, geçmiş, bugün ve gelecek üzerinde durulmaktadır. Şairin ismi geçmemekle beraber, yapıtı yayımlayan Agah Sırrı Levend, bu risalenin Âşık Paşa’nın oldu­ğundan kuşku duymaz. Çünkü anlatım tarzı aynı olduğu gibi Roma’daki nüsha da Garibnâme’nin sonuna yazılmış durumdadır.

Hikâye: Bu 59 beyitten oluşan risale de Raif Yelkenci’de bulunan bir Garibnâme nüshasının so­nunda bulunmaktadır. Bu mesnevide, bir Müslüman, bir Hıristiyan ve bir Yahudi, üç kişinin yolda başlarına gelenler anlatılır. Bir kentte, bir mescit içinde konakladıkları sırada canları helva ister. Hel­vayı alırlar ama helva azdır. Akıllı geçinen Yahudi, “helva dursun biz uyuyalım, hangimiz en iyi rüya görürse helvayı o yesin” der. Hikâye bunun üzerine kurulmuştur. Bu mesnevide Âşık’ın mahlası geçer.

Kimya Risalesi: Çorum’da il halk kütüphanesin­de bulunan bir mecmuanın 3. risalesini oluşturan ve Risale-i Âşık Paşa der Hakk-ı Kimya başlığı altında olan bu risalenin Âşık Paşa’ya ait olması anlatımının çok karışık olması nedeni ile kuşkuludur.

Risale fi Beyani’s-sema: Böyle bir yapıttan yal­nızca Osmanlı Müelliflerinde söz edilir.

YAPITLAR:

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 9. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983