Aşık, Kendisinin veya başkalarının şiirlerini saz eşliğinde çalıp söyleyen ve halk hikâyeleri anlatan saz şairi.
Aşık kelimesi bu anlamıyla edebiyatımızda XV. yüzyıldan İtibaren kullanılmaya başlanmıştır. Ancak âşık hayat tarzı ve edebiyatı Osmanlılar’dan çok evvel başlamış, millî bir kaynağa ve köklü bir geleneğe dayanmaktaydı. Eski Türkler bu tarz şiir söyleme geleneğini İslâmiyet’in kabulünden sonra da devam ettirmişlerdir.
Din dışı şiirler söyleyen saz şairlerinin âşık ismini almaları ise XVII. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanmıştır. Aşık, daha önce kendilerini din dışı şiirler söyleyen saz şairlerinden ayırmak İçin tekke şairlerinin kullandığı bir unvandı. Nitekim Aşık Yûnus mahlaslı birçok şiirde kelimenin “Hak âşığı” mânasında kullanıldığı görülmektedir. Bu âşıkların Anadolu’daki ilk ve en büyük temsilcisi ise Yûnus Emre’dir.
XX. yüzyıl başlarına kadar âşık adı verilen saz şairlerinin özel teşkilâtı, kıyafetleri ve gelenekleri vardı. Diyar diyar dolaşmak âşık hayatının en önemli özelliklerinden biriydi. Sazını eline alan âşık uğradığı köy, kasaba ve şehirlerde belli bir süre kalır, o yörenin âşıkları ile tanışır, halk huzurunda maharetlerini gösterir ve varsa rakipleriyle atıştıktan sonra başka bir yöreye giderdi. Yaşayışlarını kendilerinin belirlediği kurallara göre düzenleyen âşıklar bu şekilde dolaşarak eserlerini de yaymış ve tanıtmış olurlardı. Bunların halk nazannda büyük bir yeri ve önemi vardı. Bazılarının şöhreti Bağdat’tan Tuna ve özi kıyılarına kadar yayılmıştı. Halk bu şairlerin basit ama samimi şiirlerinden hoşlanıyor, hatta şair denince sazı elinde, sözü dilinde âşıkları hatırlıyordu.
Aşık yaşayışının Orta Asya ve Anadolu’daki dervişlik geleneğiyle de yakından ilgili olduğunu söylemek mümkündür. Zira âşıkların yetişmesi geleneklerin belirlediği birtakım kurallara bağlıdır. Buna göre “Hak âşığı” veya “Badeli âşık” denilen şairler daha çok rağbet görürdü. Genellikle şehir hayatından uzak kalan badeli âşıklar ya Köroğlu gibi “Er dolusu bade” içerek “Kahraman âşık” olur, sevgilisi için sürekli ölümle karşı karşıya gelirler yahut Ercişli Emrah gibi “Pîr dolusu bade” içerek “Sade âşık” olur, senelerce sevgilisinin ardından gezerlerdi.
Efsaneye göre ruhunda şairlik olan, bir sevgili arkasından koşarak ömrünü bitirmek için coşkun duygular içinde bulunan âşıklar “Bade içme”yi şiddetli bir ihtiyaç olarak duyarlardı. Bu âşıklığa “Sülük” için önemli bir sebeptir. Hızır Nebî, İlyas Nebî ve birtakım efsanelere göre de Kutub Nebî adlı pîrlerden biri bazı hallerde uyanıkken, fakat daha çok uyurken âşığın rüyasına girer, “Kudret gülü” denilen kollan ile uzattıkları badeler âşık tarafından içilirdi. Üç defa sunulan badenin birincisi “Kendi bir, adı bin aşkına”, ikincisi “Pirler aşkına”, üçüncüsü de “Sevdiği aşkına” içilir. Bundan sonra pîr âşığa bir sevgili yüzü gösterir, âşık ona yönelince pîr kolunu İndirir ve sevgili kaybolur. Böylece âşığı “Çarlı çemberin”den geçiren pîr de yok olur. Aşık uyanınca gördüğü rüyanın etkisiyle ağlar, üzülür, hatta ağzından ve burnundan kan gelinceye kadar dövünür ve sevgilisini aramaya koyulur. Böylece halk da âşığın bade içtiğine ve âşık olduğuna inanır. Ayrıca pîr âşığa rüyasında insanın iç dünyasına ait “Ledünnî” sırlar da verdiğinden, âşık dinî ve tasavvufî bilgilere de sahip olurdu. Bundan sonra sevdiğinin arkasından “Serencam” başlardı.
Âşığın geleneğe uygun şekilde yetişmesi ve kendini tanıtması için bade içme ve doğuştan sahip olunan şairlik kudreti yeterli değildir. Olgun bir âşıkta mûsiki, şiir ve hikâye anlatmak kabiliyetinin bir arada bulunması icap ettiği için âşıklık geleneğinde önemli bir yeri olan uzun bir çıraklık eğitimi de gereklidir. İyi bir âşık olabilmek, yıllarca usta bir âşığın çırağı olarak onun yanında bulunup tecrübelerinden faydalanmaya bağlıdır. Çırak ustasıyla dolaşırken saz fasıllarında ve hikâye meclislerinde çokça bulunur, böylece geçmiş âşıkların eserlerini, ustasının malı olan şiirleri, eğer varsa hikâyeleri öğrenir. Ayrıca usta çırağına âşıklık sanatının şiir, mûsiki ve hikâye anlatmadaki incelikleriyle beraber iyi saz çalmayı, irticalen şiir söylemeyi, usta malı eserleri nakletme tekniğini, şartlara göre dinleyici çevrelerini memnun etme kurallarını da öğretir. Çıraklık devrini tamamlayan âşığa ustası tarafından bir de mahlas verilerek ustalığı tescil edilmiş olur.
Halk sanatçıları olan âşıkları daha çok kasaba ve köy çevreleriyle yarı göçebe ve göçebe toplulukların hayat şartlan yetiştirmiş ve yaşatmıştır. Yeniçeri ortaları ve sınır boylanndaki kaleler de âşıkların tabii çevrelerinden biridir.
Aşıklar düz konuşma ile şiir söylemeyi “Dilden söylemek”, saz eşliğinde şiir söylemeyi de “Telden söylemek” şeklinde ifade etmişlerdir. Bununla âşığın şiirine eşlik eden sazın şiirden ayrılmaz bir unsur olduğu anlatılmak istenmiştir. Saz şairleri en çok çöğür denilen sazı çaldıklarından kendilerine çöğürcü adı verildiği de görülmektedir. Büyük halk toplulukları karşısında saz eşliğinde birçok ustalıklar gösteren âşıklar kendilerini irticâlî şiir söylemede klasik şairlerden üstün sayarlardı. Herhangi bir konu üzerine istenen bir kafiye ile derhal bir manzume söylemek yeteneği âşıklann başlıca övünme sebeplerindendi.
Âşıkların halk tarafından rağbet görmelerinin sebeplerinden biri de âşık fasıllarıdır. Bu fasıllara başlanırken geleneğe uygun olarak saza düzen (akort) verilir; önce Hz. Peygamber, sonra mezhep ve tarikat büyükleri, imamlar ve pîr-ler hayırla anılır, övülür; âşıklar çeşitli örneklerle edebî kudretlerini gösterdikten sonra üstatlarına dua ederek faslı bitirirlerdi. Tam bir âşık faslı taksim, peşrev, divan, semai (aruza dayalı), kalenden, müstezad, methiye, satranç, koşma, semai (heceye dayalı), mâni ve destan olarak on iki burca karşılık on iki ana şekilden meydana gelirdi. Büyük önem verilen bu fasıllarda her âşık sanatını ortaya koyarak şöhret sahibi olmaya çalışırdı. Fasıllar reîs-i âşikan denilen usta bir âşık tarafından idare edilirdi. Bir nevi imtihan sayılan muamma-lan çözen âşıklar ise oradaki halktan toplanan paralarla hemen ödüllendirilirdi.
Âşıkları yetiştikleri ve temsil ettikleri çevrelerle eserlerindeki belirgin özellikler bakımından bazı gruplara ayırmak mümkündür.
1- Kasaba ve şehir çevrelerinde yetişen âşıklar: Bunlar divan edebiyatının etkisinde kalmış, okumuş çevrelerde de ilgiyle dinlenen, konaklara hatta saraylara dahi kabul edilenlerdir. Daha çok yeniçeri çevrelerinde yetişen bu âşıklar halk topluluklarıyla ancak şehirlerin âşık kahvelerinde karşılaşırlardı,
2- Göçebe veya yan göçebe çevrelerde yetişen âşıklar: Özellikle Güney Anadolu Türkmen boylan içinden yetişen âşıklardır. Bunlar daha çok aşiret beylerinin hizmetinde bulunur ve aşiretten aşirete gezerlerdi.
3- Köylerde yetişen âşıklar: Büyük şehirlerden uzak kalmış veya oralarda yetişme özelliklerini kaybetmeyecek kadar kısa bir süre bulunmuş âşıklardır. Düğünlerde, köy odalarında, ağalann ve beylerin meclislerinde bulunurlardı.
4- Mezhep ve tarikat âşıkları: Bunlar bilhassa Alevî-Kızılbaş şairler, Bektaşî şairleri İle diğer tarikatlara mensup ve bu tarikatlann özelliklerini şiirlerinde dile getiren şairlerdir.
Âşıkların Osmanlı hayatı içindeki yeri ve önemi imparatorluğun son devirlerine kadar, hatta bazan büyük gelişmeler de göstererek devam etmiştir. Ancak Sultan Abdülaziz devrinin sonlarından itibaren bu önem azalarak günümüze kadar gelmiştir. Bugün de bazı bölgelerde rastlanan âşıklann Türk toplum hayatında artık önemli bir yeri olduğu söylenemez.
Diyanet İslam Ansiklopedisi