Tarihi Eserler

Arslanhane Nerededir, Tarihi, Mimari, Özellikleri, Hakkında Bilgi

Arslanhane, İstanbul’da Osmanlı devrinde bazı hizmetlerde kullanılmış eski bir Bizans kilisesi.

Türkçe kaynaklarda Arslanhane adıy­la geçen yapının Ayasofya’nın güneyin­de ve Sarây-ı Cedîd’in esas girişi olan Bâb-ı Hümâyun’un dı­şında, 1933’te yanan eski Adliye Sarayı’nın arsası yerinde olduğu bilinmekte­dir. Türkler tarafından arslanhane ola­rak kullanılan bina esasında, Bizans im­paratorlarının Sultanahmet Meydanı’ndan Marmara kıyısına kadar uzanan sa­hayı kaplayan büyük sarayının Ayasofya önüne açılan en önemli girişi olan Khalke Kapısına komşu veya onun üstünde idi. Hz. İsâ adına yapılan bu kilise Khristos tes Khalkes olarak adlandırılmıştı. İlk defa İmparator I. Romanos Lekapenos tarafından çok küçük bir ibadet yeri olarak yapıl­mış, sonraları I. İoannes Tzimitzes 971 yılı Martında Rus Knyas’ı Swjatoslaff’a karşı sefere çıkarken, içine on beş kişinin zor sığdığı bu şapelin yerine yeni ve ihtişamlı bir kilise inşası­nı emretmişti. Çok zengin bir şekilde süslenen bu kiliseye imparator tarafın­dan değerli eşya ve iki de rölik vakfedilmişti. İoannes, 976 yılı Ocak ayın­da öldüğünde bu kilisenin ön holünde önceden kendisi için hazırlattı­ğı muhteşem bir lahde gömülmüştü. Xl-Xll. yüzyılın Bizans tarihçilerinden Kedrenos’un ifadesine göre kilise, Khalke Kapısı’nın kemeri üstüne oturtuldu­ğundan yüksek bir bina idi.

Fetihten sonra bu kilise birçok ben­zeri gibi cami veya mescide çevrilme­miştir. Bu sahada belki eski yapılardan da kısmen istifade edilerek Ayasofya’nın doğu tarafına, denize uzanan ya­maçta cebehane kurulmuş, XVI belki de XVII. yüzyılda buradaki bir eski kilisenin alt katına saraya ait vahşi hayvanlar yerleştirilmiştir. Khalke Kapısı kilisesi­nin bu bina ile aynı olup olmadığı önce­leri kesinlikle bilinmiyor idiyse de Mango bunu mümkün görmektedir. Gerçek­ten de kaynakların verdikleri bilgiler ve bazı resimler birbirini tamamlamakta­dır. Bu eski kilisenin alt katında ve bel­ki de yanında uzanan mahzenlere baş­ta arslanlar olmak üzere çeşitli hayvan­lar yerleştirilmiş, üst kat ise saray nak­kaşlarının çalıştıkları nakkaşhaneye tah­sis edilmiştir. 1608 yılında İstanbul’a gelen seyyah Simeon, Arslanhane’yi ol­dukça etraflı bir şekilde anlatmakta, fa­kat nakkaşhaneden hiç bahsetmemektedir. Halbuki XVII. yüzyılın ilk yarısında Ev­liya Çelebi buradaki nakkaşhaneyi, “Arslanhâne’nin üst tabakaları kat kat kârgir-binâ hücrelerdir ki cemi nakkâşân-ı üstâdân kârhânede sakinlerdir” sözleriy­le anlatmaktadır. Bir ihtimal olarak sa­ray nakkaşhanesinin 1608’den sonra, bu tarihle Evliya Çelebi’nin (d. 1020-1611) Seyahatname’sinin İstanbul’a dair ilk cildinin metnini hazırlamak üzere şehri gezmeye başladığı 1631 yılı arasında ka­lan süre içinde kurulmuş olabileceği dü­şünülebilir. Sonraları yazar İnciciyan da (ö. 1833), bir kubbe ve iki yarım kubbeli olan Arslanhane’nin üst tarafında nakkaşhane odalarının bulunduğunu bildir­mekte ve eserinin son derecede nâdir olan Ermenice aslında bu yapının bir de gravürüne yer vermektedir. Yine İnciciyan’ın yazdığına göre nakkaşhane 1802’de yanmış, 1804’te henüz ayakta olan kagir kilise, yanındaki cebehanenin genişletilebilnriesi için yıktırılmıştır. Ancak 1808’de Alemdar Mustafa Paşa Vakası sırasında 16 Kasım günü çıkan yangın­da cebehane tamamen yanmış ve 1848’de de artık toprak üstünde hiçbir izi görülmeyen Kilise-Arslanhane’nin arsası üzerine mimar Gaspare Fossati tarafın­dan Darülfünun binasının inşasına başlanmıştır. Kısa bir süre bu maksada uy­gun olarak kullanılan bu muhteşem ve heybetli bina. ilk Meclis-i Mebûsan ve Adliye Nezâreti olduktan sonra İstan­bul Adliyesine tahsis edilmiş, 1933 son­baharında ise yanmış ve kagir duvarları da kaldırılmıştır.

Arslanhane olan Bizans kilisesini. Mat­rakçı Nasuh’un XVI. yüzyılda hazırlanan Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn adlı eserini süsleyen İstanbul minyatüründe de görmek mümkündür. Burada Ayasofya ile deniz arasında beyaz olarak belir­tilen kubbeli yapı ile İnciciyan’ın gravü­rü arasında o kadar büyük bir benzerlik vardır ki bunun Arslanhane olmasından şüphe edilemez. İsveçli subay Çornelius Loos’un 1710’da çizdiği İstanbul manza­rasında olduğu gibi bir İtalyan ressa­mın 1786’da Sir Richard Worseley için yaptığı manzarada da kasnak pencere­leri yarıya kadar örülü, kubbesi ot kaplı olan bu bina farkedilmektedir.

Arslanhane’nin bugün elimizdeki en iyi resmi İnciciyan’ın kitabında bulunanı­dır. Burada, önünde geç devre ait tek katlı bir yapı bitiştirilmiş büyük bir ke­mer görülür. Bu kemerin üstüne otu­ran kilisenin yanlarında kemerli destek payandaları vardır. Üzerinde otlar çık­mış harapça binanın kubbe pencereleri yarıya kadar örülüdür.

Bu bölgede eski büyük sarayın hara­besinden artakalan bodrum ve mahzen­lerin çokluğu düşünülecek olursa, bunların vahşi hayvanlar ve arslanlara tah­sis edilmiş olmaları mümkündür. Ancak üstte olan esas kilisenin ve müştemilâ­tının bir süre nakkaşhane olduğu düşü­nülebilir. Yoksa arslanlar ile nakkaşların aynı bina içinde iç içe yaşadıklarına ihti­mal verilemez.

Diyanet İslam Ansiklopedisi