33Sosyoloji Sözlüğü

ARAZI

 

ARAZI

 

İslam’da toprak hukuku
sözkonusu olduğun­da karşımıza üç ana düzlemde ele alınması ge­reken karmaşık
bir konu çıkar. İlki, Asr-ı Sa­adet uygulaması temel alınarak teşekkül eden
teorik hukuki çerçeve. İkincisi ise Emevilcr’-den başlayarak Abbasi, Selçuklu
ve Osmanlı­ların son dönemlerine kadar süren uzun bir ta­rihi süreçte bu teorik
hukuki çevrenin belirle­yici rol oynadığı tarihi uygulama. Bu uygula­ma içinde
kurulan gelenek, Tanzimat ferma­nından sonra 1858 yılında yürürlüğe giren Ara­zi
Kanunnamesine kadar sürer. Son olarak, bugün çeşitli ulusal devletlere bölünmüş
ge­niş, İslam dünyasında varolan uygulama. Bu son düzlemde kimi yerde İslam’la
karışık, ki­mi yerde tamamen batı usulüne uygun gelişti­rilmiş bîr uygulama
gözlenmektedir.

Bu üç düzlem, geniş
bilimsel araştırmalara konu teşkil edecek nitelikte birbirlerine göre Önemli
farklılıklar göstermektedirler. Temel teorik hukuki çerçeveye bağlı kalınarak
İslam tarihînde Kitabu’l-Haraç’lar, Kİtabu’l-Emval, tarih ve hadis ve fıkıh
klasiklerinde konuya at­fedilen önem bir kenara bırakılırsa, modern zamanlarda
İslam’da toprak hukukunu, tarih­sel uygulama biçimlerini ve bugünkü durumu­nu
geniş ölçüde ele alıp derinliğine araştıran eserlerin yeterli düzeyde
olmadığını belirt­mek gerekir. Oysa başta hadis ve fıkıh kaynak­larında konuyla
ilgili hayret verici zenginlikte bilgi ve malzeme halen konuya eğilecek araştı­rıcıları
beklemektedir.

Bİz burda ağırlıklı
olarak İslam’ın ilk dönem­lerinde teşekkül eden teorik hukuki çevçeve-den
hareketle, toprak meselesinin hangi et­kenler sonucunda ilk müslüman toplumun
gündemine girdiği ve oluşan teorik hukuka na­sıl temel teşkil ettiği konusu
üzerinde duraca­ğız.

Bu arada şunu
zikretmekte yarar var: İs­lam’da toprak hukuku teşekkül ettiğinde, bu olay,
durup dururken, ne konuyla ilgili inen vahyin açıklayıcı ilkeleri, ne de sünnet
vaz’e-den Hz. Peygamber (s.)’in teorik öngörmele-riyle oldu. Bu konu hicretten
Peygamber’in vefatına kadar (622-632) süren bir zaman aralığı­na yayılmış olan
önemli sosyal, askeri, siyasi ve ekonomik gelişmelere parelel olarak müs-lüman
toplumun gündemine girmiş ve farklı zaman, yer ve tarzlarda geliş durumuna ve
özel şartlarına göre bizzat Hz.Peygamber’in dahliyle hukuki bir temele
oturtulmuştur. Do­layısıyla teorik hukuki çerçeveye asıl ve ger­çek karakterini
kazandıran bizzat Hz. Peyganı-ber’in kendisidir. Hz.Ömer’in Irak toprakla­rında
geliştirdiği yeni fey’ uygulamasının ya­kından düşünüldüğünde bu ilk nebevi
model­den farklı olmadığı görülür. Nitekim toprak meselesi içinde olmak üzere,
savaş ganimetle­ri, taşınır ve taşınmaz malların vergiye tabi tu­tulması, bülçe
teşkili, bütçe gelirlerinin belli kurallara göre harcanması toplumun farklı İk­tisadi
gelir seviyelerinde yer alan bireyleri ara­sındaki bölüşüm vb. İktisadi ve mali
bütün me­selelerde savaşlar, askeri fetihler, karşılıklı İm­zalanan siyasi
antlaşma ve kurulan dİnİ-sosyal ilişkilerin payı birinci derecede önemlidir, An­cak
burda, gelişen ve değişen maddi yapının, üretim biçiminin bir “üst-yapı
kurumu” olarak hukuku belirler tarzındaki batılı bir paradig­manın açıklayıcı
olamayacağını özellikle vur­gulamak lazım. Çünkü gerek ayetlerin nüzulü­ne,
gerekse hadislerin vürudüne yol açan bir takım maddi, insani ve toplumsal
nedenler (Esbab-ı Nüzul, Esbab-ı Vürud) var. Ne var ki, bu nedenlerin hiç biri
genel bir ilkenin ve­ya bir hükmün teşekkülünde belirleyici rol oy­namaz,
aksine sadece ilkeyi ve hükmü salt spe­külatif bir öngörü olmaktan çıkarmaya
yar­dım eder. Çünkü bu ilke ve hükümlere muha­tap olan İnsan toplumu hükmün
özünü somut veriler ışığında daha iyi kavrar. Nitekim genel konuya İlişkin
olarak “Nüzulün hususiliği hük­mün umumiliğine mani değildir”
denmiştir ki, bunun anlamı bir hüküm ortaya çıktığında, onun çıkışına ve
teşekkülüne neden teşkil eden özel şartlar, sosyal ve maddi öğeler hük­mü bütün
zamanlar için sınırlamaz demektir. Toprak hukukunun teşekkülünde de gözle­nen
bundan farklı bir şey değildir.

İşte bu bağlamda Bedir
savaşını müteakib ganimetlerin paylaşılması meselesinin gündeme gelişi, Beni
Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kurayza yahudİ topluluklarının Medine ve ci­varından
sürgünü, Hendek kuşatması, Hay-ber’İn fethi, Huneyn gazvesi, Fedek topraklan
çevresinde çıkan tartışma Mekke’nin İslam topraklarına ilhakı ile
Dumetu’l-Cendel vb. küçüklü büyüklü siyasi ve askeri olaylar, yeni İslam
toplumunun sosyal, ekonomik ve siyasi, hatta ruhi ve ahlaki alanlarda teşekkülü
yö­nünde önemli roller oynamışlardır.

Yine de toprak
hukukunun teorik düzeyde teşekkülü sözkonusu olduğundanda, Asr-ı Sa­adet
bağlamında Beni Nadir, Hayber’İn fethi ve Hz.Ömer (r.a) zamanında Kadİsİyye
sava­şıyla İslam topraklarına katılan Scvad arazisi­nin ortaya çıkardığı durum
başlı başına ayrı bir önem taşır; hatta denebilir ki, bu üç olay sadece kendi
başlarına İslam’ın toprak huku­kuyla İlgili temel teorik çerçevesini tespit et­meye
yeter.

Bilindiği gibi Beni
Nadir adlı bir Yahudi ka­bilesi Medine’de oturmaktaydı. Müslümanlar­la
aralarında çıkan çözümsüz bir anlaşmazlık­tan sonra. Beni Nadir kabilesi
kuşatma altına alınınca, Yahudiler topraklarını terketmek zo­runda kaldı. Bu
olay üzerine “fey” ayeti indi ve savaş sonucu olmaksızın barış
yoluyla İslam hakimiyetine geçen toprakların özel mülkiye­te konu olamayacağı,
gelirlerinin Kur’ân’da gösterildiği gibi toplumun genel İhtiyaçlarını
karşılamak üzere harcanacağı meselesi hük­me bağlandı.

Hicret’in 7. yılında
fethedilen Hayber’de ise bambaşka hukuki bir durum ortaya çıktı. Hay-ber, savaş
sonucu İslam topraklarına dahil edildiğinden, Peygamber tarafından “gani­met”
statüsüne sokularak arazisi müslüman as­kerler arasında dağıtıldı ve genel kabul
gören görüşegöre toprakları kişilerin özel mülkiyeti­ne geçirildi. Haybcr’in
fethi genel ekonomik refah seviyesinin iyileşme belirtileri gösterme­si
bakımından da önemlidir; çünkü HzAişe’-nin: “Hayber fethine kadar hurmaya
(bile) doymuş değildik” dediği rivayet edilir ki, bu, o güne kadarki
müslüman toplumun ekonomik sıkıntısını anlatması bakımından ilgi çekicidir.

Hz. Ömer zamanında
Sa’d bin Ebi Vakkas

komutasında kazanılan
Kadisiyye savaşından sonra toprak hukuku çevresinde çıkan tartış­ma konuya
yepyeni bir boyul kazandırdı. Ko­nu daha o gün bile Talha ve Abdurrahman bin
Avf gibi önde gelen sahabelerin şiddetli iti­raz ve tepkilerine yol açmış,
ancak Hz. Ömer son derece cesur ve hayranlık uyandırıcı karar­lar alıp Irak’ın
Sevad arazilerini -savaş yoluyla ele geçmiş olmalarına rağmen- fey statüsüne
sokarak savaşçı askerler arasında dağılmamış­tı. Hatta bir rivayete göre,
askeri desteklerini kazanmak amacıyla toprak vadinde bulunup kendilerine tahsis
ettiği toprakları Buceylc ka­bilesinin elinden atmış, karşılığında bir miktar
para vermişti. Hz. Ali (r.a) gibi derîn İslami bilgi ve ietihad gücüyle ün
salan büyük sahabi-lerin desteğini de kazanan Halife Ömer, Haşr suresinin ilk
ayetlerini içtihadına delil göstere­rek, Hz. Peygamber1 in Haybcr’de yaptığının
aksine toprakları dağıtmamış, devlet mülkiye-tinegeçirmiştir. Oysa savaş sonucu
ele geçtiği için normalde “ganimet” statüsüne alınması bekleniyordu.
Hz. Ömer ise, topraklan “f’ey” hükmüne sokarak eski sahipleri elinde
bırak­tı, buralardan elde edilen gelirleri devletin bü­yüyen ordu ve nüfusu
artış gösteren müslü-man toplumun yararına kullanılmak üzere Beytü’l-Mal’de
topladı.

Hz.Ömer’in bu cesur
kararları alırken öne sürdüğü gerekçeler hayli anlamlıdır, hatta top­rak
hukukunun teşekkülü ndc rol oynayan ger­çek faktörleri açıklaması bakımından
önemli­dir. Ona göre, müslüınan toplumun nüfusu ve ordunun askeri ihtiyaçları
fazlasıyla artmıştır; sabit gelirlerle bunları karşılamak artık müm­kün
değildir. Oysa Scvad zengin, verimli ve ge­niş bir arazidir, hurdan topianacak
gelirler ih­tiyacı karşılayabilir. Bir başka gerekçesi, doğ­rudan İslam
Öncesinden beri sürüp gelen feo­dalitenin yıkılması, arazi üzerinde çalışan
mülksüz İnsanların özgürlcşlirilmesi, halta ye­ni bir feodal düzenin
teşekkülüne karşı köklü tedbirlerin alınmasıyla İlgilidir. Nitekim Halİ-fe’nin
yaptırdığı bir hesaba göre, eğer o günkü şartlarda toprakları Hayber’de olduğu
gibi sa­vaşçılar arasında dağıtacak olsa, her bir savaş­çıya yerli halktan
İkİ-üç aile düşecek ve bu aieleler bu şahısların malı olacaktı. Buysa kadim fe­odalitenin
devamına göz yummaktan başka bir anlama gelmezdi. İslamiyctin ruhuna aykı­rı
olduğu anlaşılan böyle vahim bir uygulama­nın hemen Önüne geçmek gerekliydi ki,
Hz.Ö-mer, bütün direnmelere göğüs gererek bunun önüne geçme konusunda herhangi
bir tered­düt göstermedi.

Yine onun belirttiğine
göre, bu topraklarda, yani fey’de yalnız savaşa katılanların ve o gün
içinyararlananların değil, Sana’da çobanlık ya­pan İnsanın ve kıyamete kadar
gelecek bütün müslüman kuşakların yararlanma hakkı var. Haşr suresine dayanarak
vardığı bu sonuçtan sonra Hz. Ömer, ileride bütün toprakların bir kaç güçlü ve
zengin ailenin eline geçmesine izin verip yeni bir feodalitenin teşekkülüne se­bep
olmak istemediğini söyledi.

Bu üç örnek de
gösteriyor ki, ilk İslam toplu­munda (Asr-ı Saadet) toprak hukuku teşek­kül
ederken, hareket noktası teorik mülahaza­lar ve düşünceler değil, o günkü
müslüman toplumun genel durumu, yararı, kısaca sosyal ve maddi yapısının
arzettiği özel şartlar etkile­yici rol oynamış, ama her durumda ve varılan
sonuçta geleneksel Bizans ve İran feodal niza­mına karşı köklü tedbirlerin
alınması birinci derecede gözönünc alınmıştır. Temel amaç, insanları bütün
maddi ve zorlayıcı bağlardan kurtarmak suretiyle özgürleştirmek, sağlam bir tercihte
bulunmalarına yardımcı olmak, in­sanın insanı kul ve köle edinmesine yol açan
maddi ve zorlayıcı nedenleri ortadan kaldır­maktı. Hz.Ömer bunu “Kullar
Allah’ın kulla­rı, şehirler (veya topraklar) Allah’ın şehirleri­dir”
şeklinde formüle ediyordu. Elbette ekip biçtiği toprakta ırgat, köle veya serf
konumun­da çalışan insanların, üretici geniş ailelerin, toprak mülkiyetine
dayanarak geniş bir ege­menlik ağı kurmuş siyasi, ekonomik ve askeri güçlere
karşı koymaları kendilerinden bekle­nemezdi. Ama kendileri de toprakla çalışıp
vergisini devlete veren birer hür insanlar ko­numuna yüksellilirsc Hak’kı,
adaleti, doğruyu ve hidayeti seçmeleri kolaylaşır. Temel üre­tim faktörünün ve
en başla gelen zenginlik kaynağının toprak olduğu bîr dönemde İslamiyetin getirdiği
bu yeni hukuk anlayışı ve uygu­lama tarzı, kadim zamanlardan beri birer kö­le,
ırgat ve serf durumunda çalışan, karın tok­luğuna toprakla birlikte kendileri
de toprak sahibinin mülküne geçen kavimlerin bir anda müslümanf ığı seçmelerine
yol açmış, feodalite yıkıldıkça İslami fetihlere de yayılma şansı ka­za
ndırmışıır.

Emcvİlerden sonra
tedrici ve nisbi bozulma­lar olmasına rağmen, denebilir ki son Osman­lılara
kadar tarihte İslam toplumlarının tanık olduğu hukuki uygulama, ana hatlarıyla
bu espriyi yansıtır nitelikte sürmüştür. İkta, miri arazi, vakıf, haraç, fey,
mülk arazi, mevat türle­rine ayrılan arazi çeşitleri bu genel ilk hukuki
çerçeveden destek alır. Kuşkusuz İlk ve en bü­yük sapma, önce Emcvilcr’de
başlayan ve 1595 yılında Osmanlı toprak düzeninde ku­rumlaşma seviyesine ulaşan
“iltizam usulü”-nün İslam toprak hukukuna girmiş olmasıdır. Topraklan
elde edilecek vergiyi üretim süre­cinden önceki bir safhada satışı esas alan bu
İslam-dışı uygulama toprak düzeninin köklü bozulmalara uğramasının en başta
gelen amil­leri arasında yer alır.

Şimdi biz ilk leorik
hukuki çerçevenin oluş­masına yardım eden bu tarihi gelişimi böylece ana
hatlarıyla anlattıktan sonra, yine teorik hukuki çerçeveye bağlı olarak
İslam’da arazi­lerin kaç çeşide ayrıldıklarını, her arazi çeşidi­nin özel
hukuki durumunu ve bunun mülkiyet ilişkisi içindeki yerini de kısaca
özetleyelim.

İslam’da toprak
mülkiyelinin hukuki anlam­da iki ana statüye ayrılabileceğini söylemek
mümkündür. Bu da özel mülkiyet ile Bcy-tü’I-Mal’ın tasarruf ve kontrolünde
toplanan kamu mülkiyeti. Ancak buradaki “tasarruf” te­riminden bizzat
Bcytü’l-Mal’ın toprağı işlet­me ve ondan gelir temin etme şeklinde çok,
ra-kabesi kendinde olmak üzere haraç veya öşür (vergi) karşılığında toprağın
özel fertlere veya üretici çiftçi ailelere devredilmesi şeklini anla­mak lazım.
Kimi hukukçular, buna doğrudan devlet mülkiyeti veya toplum mülkiyeli demc-yİ
tercih ederler. Gerçekte ise özel mülkiyet de, kamu devlet ve toplum mülkiyeti
deyimi de modern zamanlara öz”ü tanımlamalar olarak karşımıza çıkarlar.
Klasik hadis ve fıkıh kaynakları İle Kitabu’I-Emval ve Kitabu’1-Ha-raç’larda
yer alan tasnif başka ölçü ve tanımla­malara göre yapılmıştır. Bu tasnifte mülk
ara­zi, fey arazisi, haraç/miri arazi, ikta arazisi, mevat arazi ve vakıf
arazisi gibi tanımlamalar kullanılmıştır. Dolayısıyla yakın çağın ve mo­dern
zamanların önemli bir sorunu olarak or­taya çıkan loprakta mülkiyet biçimi ve
İlişkisi­nin İslam hukukunda ve kaynaklarında işgal ettiği yeri doğru
kavrayabilmek İçin tasnife esas alınan terim ve tanımlamaların İyi ve doğ­ru
anlaşılması gerekir. Aksı halde bir çok ko­nuda olduğu gibi, bu konuda da
içinden çıkıl­ması güç kavram kargaşasına düşmek müm­kündür.

Nitekim mülkiyet
biçimi bazında modern te­rimlerin İslam hukukuna uygulanmasında göz­lenen
karışıklığın benzeri bir karışıklığa İslam hukukunda rastlanır. Sözgelimi genel
tasnifle yer alan Haraç arazisini özel mülkiyete miyok-sa devlet veya toplam
mülkiyetine mi dahil et­memiz gerektiği meselesi başlı başına bir güç­lük çıkarır.
Çünkü bir dönemde İslam sınırları­na dahil edilen topraklar konusunda devlet,
içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve demog­rafik duruma göre iki ayrı tercihte
bulunabi­lir. Halıa mülkiyet biçimini tesbitte toprakla­rın İslam hakimiyetine
giriş şekilleri başlı başı­na bir kriterdir. Özellikle Haraç arazi çifte tür­de
mülkiyete elverişli bir arazi çeşididir. Mese­la bir Haraç arazinin rckabesİ
eski sahipleri elinde bırakılmışsa, bu durumda üreticiler devlete sadece vergi
(haraç) vermekle yüküm­lüdürler; işte bu toprak çeşidi Mülk-Harac Arazi
bölümüne girer. Fakat rekabesi (mülki­yeti) devletin elindeyse, bu durumda
sahipleri toprağın intifa hakkına sahiptirler ve devlete vergi vermekle
yükümlüdürler. Bu toprak tü­rüne de Haraç Arazi denir.

Şimdi biz İslam kaynaklarında
yapılmış olan klasik arazi tasniflerine bağlı kalarak İslam hu­kukunda
arazilerin kaç bölüme ayrıldığını gös­termeye çalışalım. [1]

 

Mülk Arazi:

 

Sahipleri kendi
rızasıyla müslü-man olanların toprağı genelde Mülk Arazi’-dir. Medine, Yemen,
Taif ve Bahreyn gibi yerlerde yaşayanlar kendi istekleriyle miislüman
olduklarından önceden sahip oldukları arazi İslami dönemde de kendi mülkleri
olarak elle­rinde kalmıştır. Farklı konumundan dolayı Mekke ayrı bir statüye
tabidir ve* teorik hukuk açısından Mekke’nin kadim statüsü bugüne kadar sürmesi
lazım.

Özel mülk arazisini
doğuran bir başka amil de savaş sonucu elde edilen “ganimet” statüsü­dür.
Savaş sonucunda devlet başkanı, arazileri ganimet hükmüne alıp askerler
arasında dağıt­maya karar verirse, arazi özel mülk olarak kİşİ-lerin işletme ve
tasarruflarına verilebilir. Yine kimseye ait olmayan ölü topraklardan (me-vat)
bir kısmının devlet başkanının İzniyle kişi­ler eliyle diriltilmesi,
işlenebilir hale getirilme­si de (ihya) toprak üzerinde mülkiyeti gerekli kılan
bir durumdur. Ancak ileride de görülece­ği gibi, mevat iken ihya edilen arazi
üç sene boyunca işletİlmeyip kendi haline bırakılırsa, arazi ondan alınır,
işletebilecek olan başka bir şahsa devredilir.

özel mülkiyete konu
olan diğer arazi çeşitle­ri de İkta ve Mülk-Harac arazilerdir. Devlet, bazı
toplumsal ve mali yararları gözeterek kişi­lere veya çiftçi ailelere rakebesi
kendi elinde olan arazilerden ikta yoluyla arazi parçalan verebilir; eğer bu
araziler “temliki-İkta” şeklin­de verilmişse, bunlar mülk arazi
statüsüne gi­rer. Bunun dışında miras, hibe ve vasiyet yo­luyla da mülk
araziler şahıslardan şahıslara in­tikal edebilir.

Mülk araziler de diğer
arazi çeşitleri gibi ver­giye tabidirler. Bu tür arazilerden alınan vergi­ye
öşür denir. Bundan dolayı mülk araziye “ö-şür Arazi” demek de
mümkündür. Konut ve onu tamamlayıcı alanlar, bahçe, arsa, kapı Ön­leri İle
genellikle köy, kasaba ve şehir sınırları içinde yer alan alanlar mülk arazi
içinde müta­laa edilir. Mera, otlak, ormanlar ve umumun yarannı doğrudan
ilgilendiren alanlar özel mülk konusu olamaz. Peygamber’den rivayet edilen bir
hadise göre “İnsanlar üç şeyde ortak­tırlar. Bunlar da su, ateş ve
otlaklardır” Bir başka rivayette bunlara tuz (madenleri) eklen­miştir.

Mülk arazî ölüm
halinde tabii olarak taksime uğrar; bu taksimde İslam miras hukuku­nun temel
hükümleri esas alınır. Bu da toprak­ların zaman içinde bir elde toplanmasını
önle­yen önemli bir tedbirdir. Mülk arazi temel özelliklerinden dolayı
satılabilir, hibe edilir, vasiyet olarak bırakılabilir, vakıf olarak bağış­lanır.
Hukukçular Mülk Arazi’nin kiraya veril­mesinde genel olarak sakınca
görmemişlerdir. Bir görüşe göre, istenildiğinde metruk tutula­bilir; ancak
sahibi bilinmiyorsa kayıp mal (lu-kata) hükmüne tabi tutulup devlete İntikal
eder. Mülk araziyle İlgili olan bu hüküm Mülk-Harac arazi için geçerli
değildir. Mevat arazide olduğu gibi Mülk Haraç araziyi sahibi İşletebilecek
durumda değilse ve eğer başka geliri yoksa isterse kiraya verir, isterse
işleyebi­lecek durumda olan birine devreder. Arazinin muattal (İşlemez)
kalmasına gözyumulamaz.

Mülk arazi hukuk ve
resmi koruma altında­dır, üzerinde başkaları tarafından haksız iş­lem
yapılmasına, gasbedilmesine, izinsiz işgal edilmesine izin verilmez.

Mülk arazinin bir
başka özelliği, daha taksi­mi sırasında kişinin ihtiyacı ve işleyebileceği
miktarın önemle gözönüne alınmasıdır. Çün­kü Ebu Ubeyd’in de belirttiği gibi,
tabii ihti­yaçtan fazla olan arazi umumun yararına açı­lır. Nitekim Hz.Ömer’de
temliki iktalarda bu­lunurken, kişilerin ve ailelerin İşleyebilecekle­ri
miktarda toprak vermeyi esas İlke kabul et­miş,* geçmişte fazla toprağa
sahiplenmiş kişi­lerden bu fazlalığı geri almıştır, Bu da açıkça gösteriyor ki,
İslam’da mülk araziler üzerinde bile olsa feodal bir düzenin veya toprak ağalı­ğının
teşekkülü için ciddi hiçbir neden yok. [2]

 

Fey-HaracArazisi:

 

Fey arazi,
müslümanların kılıç kullanmadan ve at sürmeden yani anlaş­ma ve sulh yoluyla
elde ettikleri topraklara de­nir. Bu topraklara, üzerlerine tahakkuk eden vergi
türü dolayısıyla “Haraç Arazi”de denir.

Fey veya Haraç
arazinin mülkiyeti ilke ola­rak devlete veya tophıma aittir. Gelirleri de genel
ihtiyaçların karşılanmasında kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan fey ve
enfal ayetle­ri bu harcamanın genel esaslarını ve yerlerini belirtir.
Üreticiler ve çiftçiler devlete haraç vermek şartıyla bu toprakları kullanır,
işletir mamur hale getirir.

Daha önce de
belirttiğimiz gibi, fey’de herke­sin hakkı var. Ebu Ubeyd, ünlü eseri
Kiıa-btıl’l-Emval’de bunu ayrıntılı olarak anlatır. Buna göre, köy ve şehir
ahalisi, badiyede otu­ran göçerler, mevlalar, çocuklar, kadınlar, evli ve
bekarlar {evliye iki, bekara bir hisse) İle bir görüşe göre köleler dahi fey
gelirlerinden ya­rarlanırlar.

Fey veya Haraç arazi,
eğer Mülk Haraç de­ğilse onu işletenler tarafından satılamaz, çün­kü rakebesi
kendilerine değil, Beytü’l-Mal’e aittir. Yahya bin Adem, Kİiabıı’I-Hamc adlı
eserinde, ganimet ve fey hükümlerinin Kur’an’da muhkem olduklarını, bundan dola­yı
neshedilip yürürlükten kaldırılamayacakla­rını yazar.

Fey veya Haraç arazide
mülkiyet devletin ol­duğuna göre. ürünün arttırılması, çalışma ha­yatının
iyileştirilmesi, hedeflenen üretim hac­mine ulaşılması için, eğer bir takım alt
yapı ya­tırımları yapmak gerekliyse, Ebu Yusuf a gö­re bu yatırımları yapmak
toprağın gerçek sahi­bine yani devlete ait bir görevdir.

Fey ve Haraç, İslam
hukukunda toprak üze­rinde “Devlet Mülkiyeti”ni temellendiren iki
anahtar terimdir. Nitekim Arazİ-i Memleket, Arazi-i Havz, Arazi-İ Emiriye,
Arazi-i Sultani­ye, Arazi-i Beytü’1-Mal ve Arazİ-i Mirîye (Mi­ri Arazi) gibi
çeşitli İsimler alan topraklar so­nuçta Devlet Müfkiyeti’nİn farklı adlandırma­larından
başka bir şey değildir.

Sulh yoluyla ele
geçirilen araziler (Beni Na­dir), savaş yoluyla ele geçirilse dahi devlet baş­kanının
içtihadıyla fey statüsüne sokulan arazi­ler (Sevad), Mülk Öşür ve Mülk Haraç
iken varıssiz rakebesi devlette kalmak §arüyle İh-ya’ya verilen araziler veya
sahipsiz, metruk araziler devlet mülkiyetinin temelini teşkil eder.

Genel kanaate göre bu
toprakların satışı ya­pılamaz. Kiraya verilip verilemeyeceği konusu
İseihtilaflıdır; mirasyoluyla İntikal edebilecek­lerini Şafii ve Maliki
hukukçular kabul etme­mişlerdir. Mirasa konu olsalar bile, mirasla in­tikal
edecek olan, toprağın kendisi ve mülkiye­ti değil, onu işletme ve ondan
yararlanma (in-tifa) hakkıdır. Hz.Ömer, devlet mülkiyetinde­ki topraklan tıpkı
mevat arazilerde olduğu gi­bi, üzerindekiler tarafından üç yıl
işletilmedİk-lerİ takdirde onlardan alıp bir başkasına ver­me ilkesini
getirmiştir. Devlet mülkiyetindeki topraklarda yaşayanların müslüman olmaları
halinde, onlar üzerindeki cizye yükümlülüğü kalkar, ancak toprak “haraç
arazi” olma vasfı­nı korumaya devam eder. Mülkiyeti yine dev­letindir.

Yahya bin Adem,
“toprak ilke olarak İmam’ın, yani devletindir” der. “İmam
dilerse dağıtır, dilerse bırakır.” Ancak çoğu Batılı or­yantalist ve tarih
araştırıcısı, Doğu İslam top­lumlarıyla ilgili araştırma yaparken, Doğu’da-ki
mülkiyet ilişkisinde Önemli bir yer tutan bu ilkeyi öne sürerek oldukça yanlış
sonuçlara va­rıyorlar. Bu arada en çok Doğu’da, Hindistan, İran ve Türkiye’deki
toprak-mülkiyet ilişkisi­nin ATÜT’çü kuramla açıklanabileceğini var­sayanlar bu
yanılgıya düşüyorlar. Onlara göre bu bölgelerin genel coğrafi ve tabii yapısı
top­rakta özel mülkiyeli elverişli kılmamış, topra­ğın sulanması, kanal açma
ihtiyacı ve üretim sürecindeki zorluklar fertlerin gücünü aşan altyapı
tesislerinin kurulmasını gerekli kılmış­tır. Bu tabii ve maddi zorluklardan
dolayı Do­ğu toplumlarında devlet tek mülk sahibi ola­rak ortaya çıkar. Bu olgu
Doğu Despotizmi­nin tarihi ve maddi temelidir.

Gerçekte ise toprak
üzerinde devletin mülki­yeti, ne özel kişilerin (hükümdar) ne tüzel kişi­liklerin
(devlet) tabii hakları dolayısıyla orta­ya çıkmaz. Sonraki dönemlerde bozulma
ne türde ve hangi boyutlarda olursa olsun, teorik hukuk içinde devlet de toprak
üzerinde ancak bir koruyucu ve düzenleyici rol oynar. Yoksa temelde ve genel
tanıma göre mülk (ve mülki­yet) Allah’ındır, devletin veya devlet başkanı­nın
değil. Nitekim HzAli, bu duyarlı konuya dikkat çekerek: “Haracı devlet
başkanının mülkü gibi kabul etmek küfürdür. Çünkü o, Beytü’l-Mal’inyöneticİsi
ve yetimin malını ida­re eden bir vasi gibidir”demiştir. [3]

 

İkta Arazisi:

 

Devlet mülkiyetinin
bir başka çeşidi de ikta’dır. İkta, devlet başkanının bey-tü’1-Mal’e ait
topraklardan bir şahsa veya bir aileye bir miktar toprağı “mukataa
usulüyle” vermesidir. İslam Öncesinde varolan ikia düze­ninde, ikia ya
devlei veya Feodal beyler eliyle şahıslara verilirdi, toprakta çalışanlar da
ken­di temel ihtiyaçları dışında kalan gelirin tümü­nü devlete veya feodal beye
verirlerdi. İslam dini getirdiği yeni düzenleme İle bu uygulama­yı kökten
değiştirdi, üreticilere belli miktarda vergi koydu. İslam hukukçuları en doğru
uygu­lama olarak devletin kendi maddi kaynakları­nı kendisinin İşletmesini
uygun görürler, an­cak devlet bir takım toplumsal maslahatlar gö­zeterek,
kişinin veya üretici ailenin işleyebile­ceği miktarı ikta etmesi lazım.
Hz.Ömer, bu il­keye hassasiyetle uymuş, işleyebileceğinden fazlasına sahip
olanlardan toprakları geri al­mıştır.

İkta sis temini
gerekli kılan maşlahın çeşiıti nedenlere dayanabilir. Daha çok toprağın işle­nebilir
hale gelmesi, Bcytü’l-MaPe ait gelir kaynaklarının arttırılması, çalışabilir
durumda çiftçi ailelerin topraklandırılması, nüfusun bir yerde temerküz
etmesinin Önüne geçilmesi vb…

İki tür İkta’dan söz
edilebilir:

l- Tcmlikiikta:Toprağın
mülkiyetini şahısla­ra vermek üzere yapılan ikta. Bunun ilk örne­ğini
Hz.Pcygamber’in Zübeyr bin Avvam’a Naki adlı bölgeyi ikia etmesi teşkil eder.
İkia, Haraç Arazi’den, Mevat veya Mamur arazi­den yapılabilir. Ancak yine de
İkta’da mülki­yet biçimini çoğunlukla toprağın kendisi, bir başka ifade İle
İslam’a geçiş şekli tayin eder. Bu, diğer mülkiyet biçimlerinde de gözetilen esaslı
bir konudur.

2-
İstİğlalcn İkta: Toprağın sadece yararlan­ma (intifa) hakkının ikta edilmesine
istiğlalen İkta denir. Bu ikta biçiminde mülkiyet devlete aittir, fertlere
geçmez.

Genel bir ilke olarak,
toprak hangi amaçla Lktü’a verilmişse, o amacın dışına çıkmak ya­sal değildir.

Mülkiyete geçirilmek
üzere ikta edilen top­rak. Mülk Arazi gibi satılır, vasiyet veya hibe edilirve
miras olarak başkalarına intikal eder. İstiğİalen ikta’da ise bu hükümlerin hiç
biri ge­çerli olmaz.

Gerek Hz.Peygamber’in
gerekse ilk halifele­rin toprağın vergisini ikta ettiklerine dair eli­mizde hiç
bir tarihi kayıt yok. Çünkü verginin iktaı iltizam usulünden başka bir anlam
ifade etmez. Bir diğer nokta, bu ilk iktalarm tümün­de ihtiyaca ve
İşlenebilecek kadar miktarın İk-taına özel bir önem verilmiş olmasıdır. Bu da
diğer toprak çeşitlerinde olduğu gibi toprak Üzerinde feodalitenin veya toprak
ağalığının teşekkülüne karşı gözetilmiş esaslı bir tedbir­dir.

Toplumun ortaklaşa
kullanımda tuttuğu alanlar ikta edilemez; haksız ve yanlış ikta ip­tal edilirve
Ebu Yusuf un belirttiği gibi üç yıl boyunca metruk bırakılan ikta arazisi
sahibin­den geri alınır.

Şu bir gerçek ki,
İslam Öncesinde Hindistan, İran ve Doğu Roma’nın hüküm sürdüğü geniş topraklar
üzerinde köklü bir ikia sistemi var­dı. Ancak bu sistem feodal bir nizam içinde
vü-cud bulmuştu. İslamiyet bu yerlere girdiğinde ilk İş olarak sistemi yeniden
düzene soktu, fe­odaliteyi kökten kaldırarak, yerine köylünün, çiftçinin toprak
Üzerinde devlete vergi veren özgür bir konuma yükseltilmesini sağladı. Fe­odalitede
yeryer toprakla birlikle üzerinde ça­lışanlar da toprak sahibinin mülkü kabul
edili­yordu. Bu açıdan bakıldığında İslamiyet’in toprak düzeninde köklü bir
devrim yaptığı söy­lenebilir. İslam’da uygulanan İkta sistemi ile Avrupa
feodalitesi arasında benzerlikler kur­mak ise büsbütün mümkün değildir. [4]

 

Mevat Anızı:

 

Kelime anlamıyla
nıcvat diri ol­mayan, ölü demektir. Uzun zamanlar boyun­ca veya tabii haliyle
metruk kalmış, kimsenin malı olmamış, boş, sahipsiz ve harap araziye İslam
hukuku literatüründe Mevat Arazi de­nir. Hz.Peygambcr bu türden arazilerle
ilgili ŞÖyle buyurmuştur: “Kim mevat bir araziyi ih­ya ederse onda hak
sahibidir.” Bu hadisin da­ha İslam’ın İlk dönemlerinden itibaren ma­mur
olmayan arazilerin ihya edilmek sureliyle tarıma açılmalarında önemli bir
teşvik unsuru teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Nitekim sonraki dönemlerde de
İslam devleti çeşitli yöntemler­le işlenebilir arazilerin alanını genişletme yo­lunda
çeşitli tedbirler almayı ihmal etmemiştır.

Mcvai bir arazinin
ihya edilebilmesi için ara­zinin öncelikle kimsenin mülkiyelinde olma­ması,
köy, kasaba ve şehir mer’asım teşkil ci-mcmesİ, koruluk, odunluk gibi amaçlarda
kul­lanılmaması ve yerleşim merkezlerinin mezar­lığı sınırları İçinde olmaması
gerekir. Ebu Ha-nife ve Evzai gibi büyük hukukçular, mevat arazinin ihya
edilebilmesi için devlet başkanı­nın iznini lemel şart olarak öne sürmüşlerdir.
Son tahlilde gözönünc alındığında mevat ara­zi mülk arazi statüsündedir; ama
ihya edilme­den satışa çıkarılamaz ve genci hükme göre de üç sene boyunca
çalıştırılmayan arazi onu devlet izniyle ihya etmek üzere alan sahibin­den geri
alınır, bir başkasına devredilir. Hadis­te de bııyurulduğu gibi, araziyi ihya
eden, baş­kalarına göre “öncelikle hak sahibi” (ehak) dir, yoksa her
durumda gerçek ve nihai maliki değildir.

İhya’dan sonra ise
satış, kira, ortaklık vb. mu­ameleler mümkündür. Arazi öşür ise öşür, ha-racİ
ise haraç vergiye labi tutulur. Ebu Yu-sufun deyişiyle, İhya bir tür ikta’dır;
ancak ik-tadan farklı olarak ihya’da taleb mülk sahibi devletten bireye değil,
bireyden devlete gelir. Doğal olarak ikta’da da doğrudan devletten toprak
talebinde bulunmak mümkündür.

İhya yoluyla
mülkiyelin gerçekleşmesi için, toprağı temizlemek, tohum ekmek, fidan dik­mek,
bina inşa etmek, nadasa bırakmak, sula­mak, sulama İçin ark veya kanallar
açmak, bendler yaptırmak, sed çekmek, araziyi çevre­lemek, varsa bataklığı
kurutmak vb. işlemleri yapmak gerekir. Bunların her biri arazinin du­rumuna ve
kullanılış amacına göre tek tek ve­ya topluca yapılması gereken işlerdir.

Vakıf Arazisi: İslam
hukukunda tasnife giren ve tamamen özel bir statüde mütalaa edilen bir arazi
çeşiti de Vakıf Arazi’sidir. Bilindiği gibi vakıf, kapsamı genis. bir alan olup
arazi dahil her türlü taşınır ve taşınmaz malları içi­ne alır. İslam
kaynaklarına göre ilk vakıf Ör­neklerine Asr-ı Saadct’lc rastlanır ve ilk vakıf
Hz.Ömcr’c aittir.

İslam tarihînde vakıf
konusu etrafında çok zengin bir literatürün oluştuğu muhakkaktır.

Bu kaynaklarvakfm
niteliği, şartlan, mülkiye­ti, yönetimi, işletilmesi vb. konulara ilişkin et­raflı
bilgileri ihtiva eder. Vakıf araziler sözko-nusu olduğunda genel ilke olarak,
vakfa an­cak Mülk Arazi, Öşür veya Mülk Haraç arazi­lerin konu olabileceği
söylenmelidir. Bu kap­sama tabii olarak Temliki İkta ve Temliki İh­ya arazi
çeşitleri de dahil edilebilir. Vakfın amacı, Allah’ın rızasını gözeterek bîr
toprağın gelirini amacına uygun olarak harcamak, aka­rını Allah’a vakfetmektir.
Vakıfla amacın ma­ruf yani İslam’ın temel hükümlerine ve ruhu­na uygun olması
şartı aranır. Münkeri amaçla­yan vakıf sahih vakıf değildir.

Bundan ayrı olarak
tarihle Sahih Vakıf ve Sahih Olmayan Vakıf olmak üzere iki vakıf tü­rüne tanık
olunabilir. Sahih Vakıf, kuruluş amaçları yanında mülkiyeti ferde ait arazi vak­fıdır.
Mülkiyeti devlete aİl olup intifa hakkı vakfedümişse devlet başkanı istediği
zaman bunu iptal etme yetkisine sahip olduğundan buna Sahih Olmayan Vakıf
(Gayr-ı Sahih Va­kıf) denmiştir. Tarih boyunca vergi kaçırma amaçlarıyla
kurulmuş çeşitli vakıflara rastla­mak mümkünse de, vakıflar genel olarak top­luma
sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda yaygın hizmetler taşıyan, zaman zaman
devle­tin yapması gereken faaliyetleri yüklenen ya­rarlı kurumlar olmuşlardır.

İslam toprak hukukunda
yukarıda anlattığı­mız toprak çeşitlerinden başka Savafi, Met­ruk, Adi vb.
arazi çeşitleri de var. Ne var ki bunlar, genel çerçeveyi değiştirecek
nitelikte değildirler.

Başta İbn Suud olmak
üzere bir çok İslam hukukçusuna göre, bugünkü İslam dünyasını mevcud hukuki
çerçeve içinde ele almak gere­kirse şöytebirtablo ortaya çıkar: Arap yarıma­dası,
Küfe, Yemen, Kuzeyde Şam’a ve Batı’da Kızıldentz’c kadarki topraklar Mülk
Arazi; Irak, Suriye ve Mısır Haraç Arazi; Anadolu ve İran ise Miri Arazi
statüsünde olan topraklar­dır.

Ali BULAÇ

Bkv..ATÜT, Vakıf. [5]

 



[1] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları:
1/67-71.

[2] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/71-72.

[3] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları:
1/72-73.

[4] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları:
1/73-74.

[5] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları:
1/74-75.

İlgili Makaleler