Antropoloji

Antropolojinin Yaklaşımı ve İlkeleri

Antropolojinin Yaklaşımı ve İlkeleri                               

Yukarıdaki tanımlama denemesine dayanarak antropolojinin yaklaşımını oluşturan altı temel ilkeyi çıkarabiliriz.

Bütüncülük: Antropoloji bütün insanî olguları bütünlüğü içinde görmeye çalı­şır. Diğer insan bilimler ve biyolojik bilimler ise insanın bir yönü üzerine yoğunla­şır. Siyaset bilimciler toplumsal düzeni kuran iktidar, otorite, çıkar grupları ve on­ların siyasal organları ve bunların karşı karşıya geldikleri çatışmacı ortamlar üzerin­de durur. İktisatçılar, toplumsal düzenler içindeki üretim ve tüketim kurumlarıyla, dağıtım sorunlarıyla uğraşır. İnsan biyologları, insanın biyolojik varlığına yönelir. Oysa antropologlar, inceledikleri toplumun iktisadî kurumlarıyla siyasal örgütlen­meleri, dinleriyle kimlik sorunları, statü sistemleriyle dilleri, teknolojileriyle sanat­ları, çocuk yetiştirme uygulamalarıyla fiziksel çevreleri, evrimiyle biyolojik farklı­lıkları arasındaki bütün varoluş biçimlerini, bir öncelik-sonralık ilişkisi kurmadan bir bütün içinde görmeye çalışır. Bu bütünlük içinde kapsayıcı bir insanlık tarihi kurmaya uğraşır ve bütün bu olguların birbiriyle ilişkilerini anlamaya çalışarak bü­tüncü bir kültür kuramına yönelmeyi amaçlar.

Evrensellik: Antropoloji insanın evrenselliğini savunur. Bu bakış açısına göre bütün toplumlar ve kültürler tümüyle ve eşit biçimde insanîdir. Buna göre hiçbir insan grubu maymuna daha yakın sayılamaz ya da hiçbir halk geri bir kültüre sa­hip ya da kültürsüz değildir. Böylelikle Kalahari çölünde avcı-toplayıcı bir yaşam süren Kung! halkıyla sanayi toplumu eşiğinde yaşayan Kuzey Amerikalılar arasın­da insanî yaratım ve değerler bakımından tam bir eşitliği ve incelemeye değer ol­mayı öngörür. Antropolog için hiçbir insan topluluğu çok küçük, çok uzak, çok bü­yük, çok gelişmiş, çok geri, çok eski değildir. Bütün toplumlar, insan çeşitliliğinin farklı yönlerini ve görünümlerini sunarlar. Bu bakımdan bütün toplumlar insanlık mirasının değerli örnekleridir ve bu çeşitliliği yansıtan her yaşam biçiminden öğre­necek çok şey vardır. Çok şey öğrenirken, bir taraftan da insan türünün olanakla­rını, yeteneklerini, neleri yapıp-yapamayacağını ve sınırlılıklarını da öğreniriz. Hat­ta canlılar dünyasındaki yakın akrabalarımız olan iri maymunlardan bile kendimiz hakkında hâlâ öğreneceğimiz çok şey vardır.

Uyarlanma: İnsan tıpkı diğer hayvanlar gibi içinde bulundukları çevrenin bas­kısı altındadır. İklim, yağış miktarı, toprak gibi fiziksel çevre etkenleri ile yaşadık­ları yere özgü bitki ve hayvan varlığı gibi yaşamsal çevre etkenleri onların yaşam biçimlerini belirler. Bu etkenlere bir de kendi yarattıkları mekânsal çevrenin et­kisi eklenir. Dolayısıyla belirli bir yaşam biçiminin oluşmasında bu çevresel etken­lerin baskısı birincil derecede rol oynar. Belirli bir insan topluluğunun devamlılığı ve istikrarı, bu çevresel etkenlere uyarlanabilme yeteneğine bağlıdır. Bu açıdan ba­şarılı olanlar, yani çevresel etkenlere başarıyla uyarlanabilenler kararlı, sürekli ve güvenli bir yaşam biçimi oluştururlar. Bu yüzden insan topluluklarının özgül kül­türleri, büyük ölçüde bu uyarlanmanın sonucu olarak görülür.

Bütüncü kültür kuramı: Bir

topluluğu bütün biyolojik, toplumsal ve kültürel yönleriyle bir bütün olarak anlamaya ve buradan yola çıkarak, kültürlerin farklılıkları kadar bütün kültürleri içine alacak evrensel bir kültür bilgisine ulaşmaya çalışan kuramsal yönelimdir

Fiziksel çevre: insanı ve diğer canlıları kuşatan, onların yaşamının temeli olan iklimsel, meteorolojik, atmosferik ve yersel çevre koşulları bütünüdür.

Yaşamsal çevre: insanın birlikte yaşadığı, zaman zaman sembiyotik ilişki içine girdiği, zaman zaman evcilleştirerek ya da yabanî olarak doğrudan yararlandığı ya da yaşamını tehdit altında tutan bitki ve hayvan varlığıdır.

Mekânsal çevre: insan eliyle doğanın sunduğu olanaklar değerlendirilerek ya da teknolojik olanaklarla yaratılan kültürel-yapay çevredir.

Bütünleşme: Belirli bir kültürün ögelerinin birbiriyle bütünleşmesi, o kültürün ayakta kalmasında, istikrarında ve sürekliliğinde belirleyici bir rol oynar. Din, ak­rabalık, iktisadî yaşam, siyasal örgütlenme gibi ögelerin birbirlerini destekleyici bir bütün oluşturması, kültürlere bu açıdan yarar sağlar. Öte yandan bu bütünlüklü kültür anlayışı, belirli bir topluluğu inceleyen antropoloğa o topluluğu anlamasın­da yardımcı olur. Ayrıca antropolog, bir topluluk için bu bütünlüğü varsaydığında kültürel ögeler arasındaki uyumsuzlukları, değişme karşısındaki uyum güçlükleri­ni ve yine değişme sırasında ortaya çıkan çatışmaları daha kolay gözlemleyebilir.

Ancak bu bütünlük varsayımı görece küçük ölçekli topluluklar için geçerli bir varsayımdır. Toplumun ölçeği büyüdükçe ve toplum karmaşıklaştıkça çatışmak ögeler artar, toplumun katmanları arasında çıkar ayrılıkları ortaya çıkar, bu kat­manlar toplumu kendi istekleri doğrultusunda dönüştürmeye çalışırlar. Dolayısıyla büyük ölçekli toplumlarda antropolog için o toplumu bütünlüğü içinde görmek zorlaşır. Antropolog bu durumu da göz önünde tutarak çalışır ve çalışma alanları­nı, sorun ve sorularını bu duruma göre tasarlar.

Kültürel Görecilik: Antropolog toplumların kültürel bakımdan farklı olduğu­nu bilir. Antropoloğun inceleyeceği topluluk, yaşam biçimi bakımından antropo- loğun yaşadığı toplumdan farklı olduğu kadar, farklı bir değerler dünyasına da sa­hip olacaktır. Dolayısıyla antropolog, sağlıklı bir araştırma yapabilmek için, incele­yeceği topluma kendi değer sisteminin içinden bakmaktan kaçınmak durumunda­dır. Biz, kişinin kendi toplumunun değerlerini ve geleneğini yüceltmesini, onu benzersiz ve diğerlerinin üzerinde bir toplum olarak düşünmesini ve başka top­lumları bu açıdan değerlendirmesini etnikmerkezcilik kavramıyla karşılıyoruz. İşte antropoloğun ve antropolojinin araştırmaya ve incelemeye başlamadan önce yapması gereken ilk iş etnikmerkezcilikten kurtulmak olmalıdır. Zira etnikmerkez­cilik, anlamaya değil yargılamaya yol açacaktır. Ötekileri gerçek anlamda anlamak ancak kültürel görecilik yaklaşımıyla mümkündür. Kültürel görecilik, kısaca, baş­kalarının inanç ve davranışlarını onların kendi gelenek ve deneyimleri içinde de­ğerlendirmek ve yorumlamaktır. Doğal olarak bir toplum için doğru olan bir baş­kası için de doğru olmak zorunda değildir. O nedenle antropoloğun kendi dene­yimlerinden ve içinden geldiği toplumdan kaynaklanan doğrulan bir kenara bıra­karak araştırma yapması gerekecektir. Böylelikle bu düzeyde kültürler arasında öncelik-sonralık, üstünlük-gerilik, acayiplik-normallik gibi sıralamalar anlamsızla- şır ve her kültür, kendi öznel varoluşuyla, en az diğerleri kadar değerli, sorun çö­zücü ve benzersiz hale gelir.

Karşılaştırmacılık: Antropoloji tek bir toplumu ya da kültürü ele almakla ye­tinmez, genel bir kültür kuramına yönelir. Bu nedenle belirli olgular bakımından farklı toplum ve kültürleri karşılaştırmaya eğilimlidir. Genel bir kültür kuramına yönelmeyen antropolojiler bile, böyle bir genel kuramın olamayacağını göstermek için, kültürleri karşılaştırmaya ve bu karşılaştırma çabası içinde onların özgüllükle­rini göstermeye girişmişlerdir. Örneğin antropolog namus adına işlenen cinayetle­ri belli bir bölgenin ya da topluluğun sorunu olarak görmekten kaçınacak ve bu tür olayların yaşandığı bütün coğrafyalarda ve tarihsel süreklilik içinde bu eylemi doğuran etkenleri anlama çabasına girerek, incelediği alanı çözümlemeye çalışa­caktır. Böylelikle tek bir yere bakacak ama çok geniş bir bağlantılar ağı kurmaya uğraşacaktır. Böyle bir yöntemsel çabanın bilimsel adı karşılaştırmacılıMır.

Bütün bu ilkeler göz önünde tutulduğunda antropolojinin sorduğu temel soru­lar açık-seçik hale gelmektedir. Bu çerçevede antropolojinin üç temel sorusu vardır:

  1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden farklıdırlar, nasıl farklılaşırlar?
  1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl benzeşirler?
  1. İnsanlar, toplumlar ve kültürler neden ve nasıl değişirler?

Dünyadaki farklı kültürleri birbirinden farklılaştıran şey sizce onların gelişmişlik düzey­leri midir? Yoksa burada başka nedenler mi aramak gerekir?

 

Küçük ölçekli topluluklar:

Köy, aşiret, kabile ve cemaat gibi düşük nüfusuyla ve işgal ve istismar ettiği çevrenin göreli küçüklüğüyle dikkat çeken, büyük ölçüde kapalı bir ekonomi içinde yaşayan, diğer topluluklarla toplumsal, kültürel ve iktisadî ilişkisi olmayan ya da çok sınırlı olan topluluklardır.

Büyük ölçekli toplumlar:

Karmaşık iktisadî toplumsal ve kültürel ilişkilerin hâkim olduğu, nüfusu görece kalabalık olan ve işgal ve istismar ettiği çevre bakımından geniş bir alana yayılan, yatay ve dikey toplumsal hareketliliği olan, yerleşim örüntüsü bakımından belirli bir iktisadî ve toplumsal kademelenmeye sahip, bu kademelenme çerçevesinde başka toplumlarla da ilişki kuran toplumlardır.

Etnikmerkezcilik: Kişinin ve toplumun kendi toplumunu ve onun değerlerinin merkeze alarak ve yücelterek dünyayı ve başka insan ve toplumları anlamlandırması, onlara değer biçmesidir.