Kimdir

Antisthenes kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi

Antisthenes kimdir? Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (İÖ 444-368) Eski Yunanlı bilge. Sokratesçi Kynikler Okulu’nu kurmuş, yaşamın ereği­nin mutluluk olduğu görüşünü sa­vunmuştur. Atina’da doğdu, bir söylentiye göre gene orada öldü. Anası Trakyalı bir odalık, babası Atina’nın en yoksul kesimlerindendi. Yaşamı yoksulluk içinde geçmiştir. Önce çağın ünlü ve etkili sofisti Gorgias’ın öğrencisi oldu; Sokrates’le tanıştıktan sonra onun öğrenci ve arkadaş topluluğuna katıldı. Kısa bir süre Atina’ya komşu illerde gezintilere çıktı; o dönemde yaygın olan söylenceleri, kendinden önce gelen bilge­lerin düşüncelerini öğrendi. Söylev konusunda, özel­likle ilk öğretmeni Gorgias’ın etkisiyle, konuşmalarda dinleyicileri etkileyecek yöntemleri, bilgileri edindi.

Sonra Sokrates’in görüşlerini benimsedi; erdem, mut­luluk, bilgelik gibi onun önem verdiği sorunlar üzerinde durdu. Sokrates’in ölümünden sonra Kynosargos Gymnasion’unda bir okul açtı. Orada uzun süre, kendi mutluluk anlayışını açıklayan dersler verdi. Bir söylentiye göre Sokrates’i tanıklıklarıyla ölüme götüren Anytos ile Melitos’u Atina’dan sür­dürdü.

Sonraları “Kynikler Okulu” adıyla ün salan bu öğretim kurumunun adının kaynağı tartışmalıdır. Bir yoruma göre Kynik sözcüğü bu Kynosargos adından türemiştir, başka bir yoruma göre de Yunanca “kö­pek” anlamına gelen kyondan çıkmıştır. Antisthenes’in düşüncelerini benimseyen, yayan bu felsefe çığırı­na böyle yerici bir adın verilmesinin nedeni, bu okula bağlı bilgelerin yeryüzü varlıklarını, gösterişi, duyu­larla sağlanan sevinci küçümsemeleri, elden geldiğin­ce azla yetinerek toplumun önem verdiği yaşam biçimine karşı çıkmalarıdır. Bu iki ayrı yoruma karşın kynik sözcüğünün anlamı kesin bir açıklığa kavuşma­mıştır.

Antisthenes felsefeye, Sokrates’in erdem, mutlu­luk, bilgelik gibi, kişi varlığının temel değerleri sayılan kavramlarının yeni bir yorumu ile girdi. Bu kavramları yaşamla ilgili davranışlar ortamında etkili, yönlendirici değerler olarak gördü. Sokrates’in birer sorun biçiminde incelediği bu değerler Antisthenes’in düşünce evreninde birer eylem, birer erek niteliğine bürünmüştür. Bütün değerlerin kaynağı yaşamdır, bütün değerler yaşamı kolaylaştırma, ona gerçekten yaşanmaya değer bir içerik kazandırma aracıdır. Kişinin ereği iyi, mutlu, esenlik içinde yaşamaktır. Bunu sağlayabilecek bütün gereçlerden yararlanmak doğaldır. Yaşam bir eylemdir, bütün düşünce ürünleri bu eylemin akışı içinde etkili yerini almazsa önemi, geçerliği yoktur. Yaşamı ereğine ulaştırmada etkile­meyen bir düşünce ürününün, bir değerin yaran söz konusu değildir.

Sokrates, erdem, bilgelik, mutluluk gibi değerleri bilgi ile bağlantılı kılmış, felsefeye bilgi sorunu üzerinde düşünmekle, bilginin kişiye sağladığı aydın­latıcı, geliştirici yararla girmişti. Antisthenes ise öğ­retmeninden ayrı bir yol tutarak bilginin yerine erdemi koymuş, erdeme de günlük yaşamın akışı içinde bir yer vermiştir.

Erdem yaşama anlam kazandıran, içerik sağlayan yönlendirici, düzenleyici bir etkendir. Kişinin bütün tutkulardan, geçici isteklerden mutluluğunu önleyici eğilimlerden kurtulmasını sağlayan, onu engelsiz bir istenç özgürlüğüne kavuşturan erdemdir. Erdemle bilgi arasında özden bir bağlantı vardır, ancak bu bilginin kuramsal olması söz konusu değildir. Bilgi erdemin özünü bilmeye, yaşamdaki etkisini, önemini kavramaya yarar. Bilgi bu durumda da kuramsal değil uygulamaya elverişli niteliktedir. Kişiyi mutluluğa ulaştırdığından mutlulukla erdem arasında birbirini gerekli kılan bir bağlantı vardır. Bu bağlantı da bilgi-erdem-mutluluk üçlüsünün özünü oluşturur. Bu üç öğe birbirinden ayrı varlıklarmış gibi düşünüle­mez; bir bütünlük oluşturan, yaşama anlam kazandı­ran ilkeler olarak anlaşılmaları gerekir. Bu bütünlü­ğün kendi kendine yeten, ona içerik kazandıran başlıca ilkesi erdemdir.

Eğitimin ereği erdemin ne olduğunu, hangi yöntemlerle sağlanacağını öğretmektir. Onun da ku­ramlara değil uygulamaya dayanması, yaşamdan kay­naklanması gerekir. Eğitim, bilgiden (phronesis) kay­naklanan, yaşamla bağlantılı olan bir eylemdir. Ya­şamda uygulamaya, alıştırmaya dayanmayan bir başarı yoktur. Eğitimin başarıya ulaşması da böyledir. Bilginin kaynağı düşünce evreninde yaşayan,

Platon’un kendi kuramına göre idea olarak adlandır­dığı varlıklar değil, doğrudan doğruya duyulardır. Bize evren, nesneler duyularla verilir. Nitekim “ben şu kendiliğinden insanı, salt insanı değil, doğrudan doğruya insanı görüyorum.” Bu insan düşüncemde değil çevremde, yaşadığım ortamda somut olarak vardır, “Ben kendiliğinden atı değil, karşımdaki somut atı, çevremde bulunan atı görüyorum.” Soyut insan, soyut at ancak birer kavram olarak vardır, gerçekte yalnız somut insan, somut at vardır. Kişi nesnelerin özünü bilemez, belirleyemez, yalnız duyu­ların kendisine verdiğini, verildiği biçimde, bilebilir. Bizim “kuram” dediğimiz de nesnelerin özünü dile getirir, oysa bizim özü bilemediğimizi açıkça bileme­yiz. Bilim bu kavramlar üzerinde çalışır, kavramlar arasında bağlantı kurar, bağlantı arar. Bu çalışma türünün gerçekle, yaşamla ilgisi yoktur, bu nedenle bilimin de, bilimsel bilginin de yararı söz konusu olamaz. Bilimin değeri yaşama sağladığı yararla ölçü­lür. Bir nesneyi tanımlarken kullandığımız kavramla­rın, genellikle, o nesneyle ilgisi yoktur. Nesneyi niteleyen kavramla nesnenin kendisi ayrıdır. “İnsan iyidir” demek yanıltıcı bir yargıdır, doğrusu “insan insandır” demektir. Nesne kendini kendisiyle ortaya koyar, soyutlanmış kavramlara dayanılarak yapılan nitelemelerle değil. Kavramlara dayanılarak verilen yargıların gerçekle ilgisi yoktur. Yanılmanın kaynağı da budur. Yaşamak için gerekenlerin dışında bilgi edinmeye çalışmak boşuna uğraşmaktır. Böylesi bilgi ve bilim kişi için gereksiz bir yüktür; onun düşünme yeteneğini yozlaştırır, onu yaşama uymaktan uzaklaş­tırır.

Kavramlara dayanarak yargıda bulunmak, bilmeden çelişkiye düşmektir. Kavram olarak düşünüldü­ğünde “her sözcük gerçektir, konuşan kimse bir nesne söylüyor, öyleyse bir gerçeği ortaya koyuyor, var olanı söylüyor. İki kişinin birbiriyle çelişkiye düşmesi ise bir konuda ayrı sözcükler söylemekten dolayıdır. Oysa bir nesnenin ancak bir tek özel kavramı bulunabilir. Bir nesnenin birden çok kavramı olamayacağına göre, birbirine karşıt söz söyleyen iki kişi özdeş bir varlıktan sözediyor demektir. Birbirine karşıt sözcükler söyleyen iki kişi özdeş bir konu üzerinde duruyor olmalı, çünkü bir nesne için iki ayrı kavram bulma olanağı yoktur. Öyleyse birbirine karşıt sözcükler söyleyen, birbiriyle çelişkiye düşen iki kişi özdeş yargıda bulunuyorlar demektir. Bu durumda çelişkinin varlığını ilen sürmekle çelişkiye düşülecektir.” Antisthenes, bu çelişkinin olmadığını, bu nedenle bilim konusunda gerçeği söyleyenle söyle­meyenin eş düzeyde bulunduğunu ileri sürmüştür. Bu görüş bilimin olanaksızlığını sergilemek içindir.

Varlık konusunda kesin, genel geçerliği olan bir tanım, yapma olanağı yoktur. Özellikle “ilk varlık” denen arkhe bütün tanımlamaların ötesindedir. Onun ne olduğu, bir bütünlük içinde kavranamaz. Öteki varlıklar ise bileşik nesnelerdir. “İlk varlık” dışında kalan bileşik nesnelerin birer tanımı yapılabilir; ancak bu tanım nesneyi oluşturan öğeleri saymaktan başka bir anlam taşımaz. Öğeleri saymak ise bileşik nesne denen bütünü bölümlere ayırmak, parçalamak demektir. Bir nesneyi anlamak, öğrenmek için parça­lara ayırmak bilmek eylemidir. Öyleyse bilmek bö­lümlere ayırmaktır. Nesnenin bilinmesi onun özüne girmekle bağlantılıdır. Bir nesne ne denli bölümlere ayrılır, son öğelerine dek parçalanırsa özüne o oranda girilir. Nesne de o oranda bilinir, fen son öğelere varıldığında bilme eylemi de durur. Öğenin özüne girme olanağı kalkınca öğenin bilinmesinden de söz edilemez. Öğeler konusunda söylenebilecek tek söz özdeşlik yargısıdır, bu da A-A’dır. B-A değildir biçiminde olabilir. Varlıkları bilmenin, bilginin tek ödevi, kurucu öğelere birer ad bulmaktır. Ad bulmak nesneyi bir sözcükle açıklamaya çalışmaktır. Nesnele­ri adlandırmada kullanılan sözcüklere “kavram” di­yoruz. Yargı eylemi bu adların, bu kavramların yan yana getirilmesinden öte bir anlam taşımaz.

Ahlakın konusu mutluluktur (eudaimonia). Ahlak ve Mutluluk ise yaşamın ereği, bilginin görevidir. Mutluluk, bütün boş kuruntulardan, gereksiz etkilenme­lerden, aşırı tutkulardan, topluma sıkı sıkıya bağlılık­tan, çevrenin baskısı altına girmekten kurtulmakla sağlanır. Mutluluğun özünü kıvançlı bir iç dinginliği (autarikie), kendi kendine yeterlik, tin özgürlüğü oluşturur. Tin bütün etkilerden, baskılardan uzak kalarak derin bir dinginliğe ulaşırsa mutluluğa kavu­şur. Mutluluk toplum için değil, ancak birey için söz konusudur. Bireyin çevresini dolduran çekici, oyalayıcı, eğlendirici, kıvanç ve haz verici bütün nesnelerden, eğilimlerden uzak kalması gerekir. Çev­reyle ilgilenmek tin özgürlüğünü ortadan kaldırır. Tin özgürlüğünün ortadan kalkışı, dinginliğin yok oluşu, mutsuzluğun kaynağıdır. Bu nedenle çevreye, etkile­re, nesnelere karşı ilgisiz kalma (adiaphora) gerekli­dir. Bir nesneden “haz duymak deli olmaktan kötü­dür”. Haz, tinin özgürlüğünü ortadan kaldırır, onu belli bir nesnenin tutsağı durumuna getirir. Özellikle + doğal haz kaynaklarına karşı eğilim tinin özüne Kavram olduğu gibi erdeme, bilgeliğe, ahlak kurallarına da aykırıdır. Güzellik, varlıklılık, ün, gösteriş gibi dışa dönük durumlar birey ahlakı ile bağdaşmaz; tin özgürlüğünün, dolayısıyla mutluluğun gerçekleşme­sini önler. Kişiyi ahlaklı kılan erdemdir. Erdemden başka iyi, erdemsizlikten başka kötü olamaz, iyinin ölçütü kişinin mutluluğudur. Birey iyiyi kendi özüne göre kavrar, başkalarının bir ahlak kuralı olarak öngördükleri ölçülere göre değil. Başkasının buyruğu altına girmek, istencim başkasının denetimi altına vermek tin özgürlüğünü de, mutluluğu da ortadan kaldırır. Özgürlükten yoksunluk mutsuzluktur.

Kişi erdemli yaşamakla, mutluluğun özünü kav­ramakla, tin özgürlüğüne kavuşmakla bilge olur. Bilgelik mutluluktur, başka bir kurala bağlanmayı gerektirmez. Birey bilge olduğundan kendi kendini yönetir, onun bir devlete gereksinme duyması söz ko­nusu değildir. Bireyleri bilge olan bir yeryüzünde bütün devlet biçimleri mutluluğu engeller. Birey yaşamını, mutluluğa götüren erdem kurallarına göre düzenledikten sonra onu yönetecek daha üstün bir kurum gerekmez. Yeryüzünde bulunan bütün insan­lar bir arada yaşayabilirler, onların devlet olarak bölünmeleri, belli topraklar üzerinde birbirlerinden ayrı yaşamaları, ayrı ayrı yasaları uygulamaları bireyin doğasına aykırıdır. Birey belli bir toprağın değil bütün yeryüzünün yurttaşıdır. Tek bir yurt vardır, o da yeryüzüdür. Bu yurdun tek geçerli yasası vardır, o da erdemdir. Gene bu yurdun tek ereği vardır, o da mutluluktur. Bütün bireyler erdemli, mutlulukla gönenmiş olduktan sonra, onların üzerinde buyurucu, özgürlüğü kısıtlayıcı, yasalara dayanan bir yönetici kuruluşun, bir devletin varlığı gereksizdir.

Toplum bireylere birtakım sınırlamalar getirir, bireyleri belli koşullara bağlar, mutluluğa götüren eylemleri önler. Bireylerin toplum koşullarından sıy­rılması, doğal olmayan bütün kurumlardan uzaklaş­maları gerekir. Toplum dışına çıkarak tek başına yaşamayı başaran birey özgürdür, erdemlidir, bütün bağlayıcı yaptırımlardan kurtulmuştur. Başkalarının davranışları, eylemleri karşısında ilgisizliğin en belir­gin örneği utanma duygusudur. Birey ancak kötü olandan, erdeme aykırı gelenden utanmalıdır. Erdeme aykırı gelmeyen bir eylemden utanmak toplumun yarattığı  gereksiz bir baskı  sonucudur. Doğada, yaşamın özünde utanma diye bir olay yoktur.

Din gerekli değildir. Bilgenin dinle gelen inançla­ra bağlanması, özellikle halkın katılaşan inançlarına uyması erdeme aykırıdır. Dinle ilgili görevler de gereksizdir. Tanrı bireylerin yarattıkları bir sözcük­tür; onun adına tapınaklar kurmak, birtakım görevler tanımlamak bilge kişinin işi değildir. Varsa gerçekte bir tek Tanrı vardır; onun da özü, biçimi bilinemez, tanımlanamaz. Doğada yaşayan varlıklar biçiminde düşünülen Tanrılar halkın bağlandığı birtakım gele­neklerin ürünüdür, gerçek değildir. Tek olan Tanrı’ya ulaşmanın yolu da erdemdir. Erdemin dışında kalan bütün tanrısal tanımlamalar boştur; geleneklerle oluş­muş gereksiz inançlardır. Tanrı kayrasını kazanmak için çalışmak, Tanrı’ya sığınmak, adaklar sunmak bilge” kişinin yaşama anlayışı ile bağdaşmaz. Tanrı ile bireyi gönüldeş kılan yalnız bilgelik olabilir. Bilge Tanrı’ya olan saygısını, geleneklerin etkisinde kalarak adaklarla değil, erdemle gösterir.

Haz kişiyi tutsaklaştırır. Oysa çaba (ponos) çalışmayı, direnmeyi, dayanıklı olmayı sağlar, kişiyi özgür kılar”, bağımsızlığının bilincine vardırır. Çalış­ma, direnme yaşamla doğrudan doğruya bağlantılı olan, yaşama güç kazandıran, onun süresini düzenle­yen koruyucu eylemlerdir. Bunların karşıtı olan süslenme, aşırı eğlence gibi olumsuz işler, yaşamı içerikten yoksun kılar, anlamsızlaştırır. Antisthenes’in kişiyi doğaya bağlayan geçici eğilimlerden uzaklaştırmayı, yalnız bir erdem, bir mutluluk varlığı olarak görmeyi amaçlayan görüşleri­nin kaynağı Sokrates’in insan anlayışı, ahlakla ilgili düşünceleridir. Sokrates’in kullandığı kavramlar Antisthenes’tede felsefenin temel kavramlarıdır; ancak bu kavramlarla ilgili yorumlar değişiktir. Us ilkelerine dayanarak insanı açıklamaya, soyut varlıkları yansıtan kavramlarla kişiyi bir örnek bilge diye görmeye, göstermeye çalışan Sokrates’e karşılık Antisthenes yaşamla bağlantılı olan somut varlıkları yansıtan kavramlara yönelmiştir. Sokrates’in insan anlayışını tersine çevirerek açıklamaya çalışmıştır, iki bilgede de düşüncenin anakonusu insandır: Sokrates’te düşünen insan, Antisthenes’te eylemde bulunan, yaşayan insan.

Antisthenes, öğretmeni Sokrates’in görüşünü ya­şama uygularken Platon’un evren anlayışına, insan görüşüne, özellikle idea dizgesine bütün gücüyle karşı çıkmıştır. Bir bakıma Antisthenes’in Varlık anlayışı Platon’unkine bir tepkidir. Onun, daha öğrencilik döneminde bile, Platon’la anlaşamadığını, Platon’un düşünce düzenine, özellikle idea adı altında topladığı kavramlara öfkeyle karşı çıktığı bilinmekte­dir. Antisthenes, bu dönemde, Platon’la anlaşamadı­ğını “Sathon” adlı yazısında, çok ağır bir dille Platon’u yererek, eleştirerek ortaya koymuştu. Kimi felsefe tarihçileri, Antisthenes’i uygarlığın bütün bu­luşlarına, başarılarına karşı çıkan bir. bilge diye gösterirlerse de bu öznel bir yorum olmaktan öteye geçmez. Kuramcı bilimlere ilgi duymaması, bütün düşünce alanlarında yaşamdan kaynaklanan bir ilkeyi geçerli sayması da içinde yaşadığı toplumun düzeni gereğidir. O dönemde, Atina çok değişik yaşama biçimlerinin egemen olduğu bir yerdi. Sokrates’i ölüme götüren usla bağdaşmaz inançlara duyulan aşırı bağlılık, insanları soylu, varlıklı, kul, tutsak, yoksul

diye ayıran yönetim biçimi, varlıklıların yoksulları günden güne artan bir baskı ile daha da yoksullaştır­maları, Antisthenes’te varlıkla, emek kullanmadan kazanmakla sağlanan ayrıcalıklı bir yaşamın karşısına çıkma düşüncesini yaratmıştır.

Antisthenes’in düşünceleri, yaşadığı çağda da, daha sonraki dönemlerde de hızla yayılmış, Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Roma, Trakya ülkelerinde sa­yısız yandaş bulmuş, yeni yeni yorumlarla geliştiril­miştir. Ahlak konusunda kurama yer vermemek, bütün felsefe kavramlarını yaşamla bağlantılı kılan bir görüşü benimsemek, mutluluğu azla yetinmede ara-. mak en etkili bir düşünce çığırı olmuştur. Antisthe­nes’in mutluluk, haz anlayışına karşı ilk büyük tepki çağdaşı Aristippos’tan gelmiştir. Haz kavramına bam­başka bir yorum getiren bu bilge yaşamı elden geldiğince kolaylaştırma, bütün istekleri doyurma, gönül uyarınca dünyanın tadını çıkarma görüşünü savunmuştu. Sinoplu Diogenes ise, yeni bir yoruma gerek duymadan Antisthenes’in düşüncelerini olduğu gibi benimsemiş, yaymış, geliştirmiştir.

Orta Çağ’da, özellikle Hıristiyanlık’ın ortaya çıkışında yaşamla ilgili değerleri küçümseme, mutluluğu azla yetinmede, duygulara egemen olmada, duyularla ilgili hazları yok etmede bulan dinci inancın kaynağı Antisthenes felsefesidir. Hıristiyan insanı için mutluluk Tanrı’ya kavuşmak,  “günah”tan kurtul­maktır. Bunları başarabilmek için de başlıca işlem gövdeyle ilgili bütün hazlara yüzçevirmek, tutkuları önlemek, “nefs üzerinde kesin bir egemenlik” sağlamaktır. Hıristiyan kurumlarında çok yaygın olan “çile”, gösterişten kaçınma, eski giysilere bürünme, evlenmeme gibi toplum düzeniyle bağdaşmayan dav­ranışların biçim değiştirmiş Antisthenesçi bir görüşten kaynaklandığı bellidir.

Doğu ve İslam ülkelerinde dine aşırı bir duyarlı­lıkla bağlanarak “çile” çekmeyi bir olgunlaşma yönte­mi sayan ve dünya varlıklarını küçümseyen, yeren, gövdeyle bağlantılı bütün isteklere, gereksinmeli eği­limlere karşı çıkan tutumun kaynaklarından biri de Antisthenes’in düşünceleridir. Bu düşüncelerin yayıl­masında, tutunmasında başlıca etken geleneklerdir. İslam çilecilerinin Antisthenes’in yazılarını okuyarak görüşlerini öğrendikleri ileri sürülemez; ancak İlk Çağ’dan beri din kurumlarında uygulanan dünya varlıklarına karşı olumsuz davranma geleneği yay­gındı.

Batı felsefesinde toplumculuğa karşı bireyciliği, topluma karşı bireyi savunma anlayışının da temeli Antisthenes’tir. Orta Çağ Hıristiyan felsefesinde yeni bir akım sayılan adcılığın (nominalizm) kurucusu da Antisthenes’tir denebilir. Bilimin başlıca görevinin nesneleri ayırarak adlandırmak olduğunu ileri süren Antisthenes’in bu düşüncesi, Orta Çağ’da Hıristiyan felsefesinin anakonularmdan biri olmuştur. Antisthe­nes, adcılığı Platon’un idea kuramına karşı ortaya atmıştı. Platon’un idea kuramına göre kavramlar gerçek varlıklardır; evrende bulunan nesneler bu kavramların (idealar) birer yansıması, birer görünüşü­dür. Platon-Antisthenes arasında ortaya çıkan görüş ayrılığı yüzyıllar boyu sürmüş, değişik düşünce akımlarının doğmasına olanak sağlamıştır.

Diogenes Laertius’un bildirdiğine göre Antisthenes’ten kalan yazılar on kitap oluşturacak niceliktedir. Bunların hepsi günümüze kalmamıştır. Yazıları­nın adlarından, Antisthenes’in çok değişik konular üzerinde çalıştığı, kitap yazdığı anlaşılıyor.

Kaynak: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, 7. cilt, Anadolu yayıncılık, 1983

İlgili Makaleler