ANTİK ÇAĞ FELSEFESİ
ANTİK ÇAĞ FELSEFESİ
Antik Çağ Felsefesi
denildiğinde yaklaşık M.Ö. VUI’den M.S.V. yüzyıla kadar geçen 13 asırlık bir
dönemde ortaya çıkıp gelişen felsefi düşünce ve akımlar söz konusu edilir. Bu
13 asırlık zaman dilimi fclsci’i düşüncenin ortaya çıkışı, oluşumu ve gelişimi
bakımından yakınlıklar, benzerlikler, etkiler taşıdığı gibi, çatışmaları,
aynı konu ve sorunların farklı, hatta karşıt açıklama ve yorumlarını da içerir.
Ayrıca felsefi konu ve sorunların tek tek filozoflara göre açıklanıp
yorumlandığı, birer felsefi ekol ve felsefi akımlar boyutu kazandığı da bir
gerçektir.
Felsefe tarihinin bu
başlangıç dönemi “antik felsefe” şeklinde tanımlanmasına karşılık, bu
felsefe içinde eski Yunan felsefesi ve aynı zamanda bilimi ve Roma felsefesi
ele alınır. Fakat Roma felsefesi, Yunan felsefesinin ele alıp tartıştığı konu
ve sorunlara temelde bağlı kalmış, hatta ondan biraz daha sönük kalmış,
dolayısıyla bu konu ve sorunlara köklü yaklaşımlar getirememiştir.
Bu bakımdan on üç
asırlık zaman diliminin kendi içinde, felsefi konu ve sorunların ortaya konulup
tartışılmasına göre, tasnif edilmesi mümkündür. Kuşkusuz Antik Çağ Felsefesi,
değişik açılardan tasnif edilebilir. Sözgelimi genel olarak tarihi akışa göre
şöyle bir tasnif yapılabilir:
1- Sokrates
öncesi filozoflar dönemi. Sokrates’e kadar uzanan dönemde yaşayan bütün
filozoflar buraya dahil edilir.
2- Klasik
felsefe dönemi: Bu dönemde Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi sistem kurmuş
büyük filozoflar yer almakladır;
3-
Hellcnistik dönem: Aristoteles’in ölümünden (M.Ö. 322) Hz.İ-sa’nın doğuşuna
kadar geçen dönem;
4- Roma
dönemi: Hz. İsa’nın doğumundan V. yüzyıla kadarki dönem.
Bu tarihi bakımdan
yapılan ayrım için felsefenin ele aldığı konulan şu şekilde belirlemek
mümkündür:
Birinci dönem tabiat
felsefesi şeklinde nite-
lendirilmiş olup bu
dönemde ele alınan temel sorun, evrenin esasının ve doğanın ne olduğu ve nasıl
meydana geldiği, varlıkların nereden ve nasıl meydana çıktıkları sorunudur.
İkinci dönemde
Sofistler ve özellikle Sokrates ile birlikle insan sorununa yöneliş başlar.
“İnsan nedir?” sorusu çerçevesinde sorunlar üretilir ve tartışılır.
Ayrıca bilgi ve ahlak alanları veya sorunları bağımsız konular olarak ortaya
çıkarlar. Yani felsefenin inceleme alanı doğadan insana yönelirken, insan,
insanın hayatı, mutluluğu, ahlak, erdem gibi konular tartışılır. Ancak bu
dönemde Platon ve Aristoteles, insan sorununun yanında tabiatın incelenmesine
de eğilirler, yani bir sistem oluşturmaya çalışırlar.
Üçüncü dönemde
Stoacılık, Epikürcülük ve Şüphecilik (septisizm) akımlarıyla felsefenin
“ahlaklı ya da erdemli hayat nedir?”, “İnsan nasıl mutlu
olabilir?”, “İnsanın mutluluğu nerededir” soruları ortaya
konulur.
Dördüncü dönem olan
Roma döneminde ise daha önceki dönemde veya dönemlerde İlerİ sürülmüş sorunların
anlaşılmaya çalışılması ve bunların tartışılması en önemli felsefi
araştırmalar olarak ortaya çıkar. Ayrıca giderek daha belirleyici olarak
felsefeyle Hıristiyanlık esaslarının uzlaştırılmaya çalışıldığı görülür.
Felsefi düşüncenin
gelişimi bakımından belli başlı temel ayrımlara bakmak Anıik Çağ felsefesinin
incelediği konuları, alanları, bunların incelenme yöntemlerinin ortaya
çıkartılması içindir. Antik felsefenin başlangıç yeri olan ve bu nedenle
İyonya felsefesi olarak da adlandırılan evrede, felsefenin incelediği temel
alan, “kosmos”, daha dar anlamında doğadır. Fakat bu dönemde kosmos
veya doğanın çeşitli yönlerden araştırılarak bütünlüğe ulaşılmasından çok,
sözkonusu bütünlüğü açıklayacağı sanılan tek bir neden üzerinde durulduğu görülmektedir.
Başka söyleyişle, kosmos’un kendinde var olduğu kabul edilen düzen, uyum ve
güzelliğin bütünlüğü meydana getiren asıl maddeyle aynı mahiyette olduğu
varsayıldığın-dan bunun ne olduğu araştırıldı. Antik felsefenin ilk felsefi
okulu olan Milct Okulu’nun üç filozofundan Thales, bu ana maddenin, yani
arkhenin su olduğunu ileri sürdü. Thalcs’c göre su nasıl varlıkta canlılığa
neden oluyorsa, aynı şekilde nitelik değis.imleriyle kosmoslaki varlık
türlerinin çoğalmasını da sağlıyor olmalıydı. Kosmos’un ana maddesi su canlı
olduğuna ve bütün varlıklarda değişik nitelikte su bulunduğuna göre her şey
canlıdır. Bu bakımdan Thales’İn felsefesi canlıcılık (Hylesoizm) olarak da
adlandırılır. Su aynı zamanda sonsuzdur ve yeryüzü bir levha gibi bu sonsuz suyun,
yani “Okyanus”un üzerinde durmaktadır. Depremler suyun dal gala
nmasıyla oluşmaktadır. Öle yandan bir bilim adamı da olan Thales matematik,
astronomi, coğrafya vb. bilim alanlarında da araştırmalar yapmıştır. Onun, M.Ö.
585 yılındaki güneş tutulmasını önceden haber verdiğini Herodol bildirmekledir.
Milet Okulu’nun öteki
iki filozofundan Anaksimandros’a göre ana madde bilinmeyen ve sınırsız olması
gereken şeydir ki, buna “a peiron” denir. Anaksimandros, canlı
hayatın evrimini hatırlatır şekilde, hayatın önce denizlerde başladığını, daha
sonra karaya çıkıldığını ve denizde yaşarken sahip olunan yapının karada
dönüşüme uğradığını belirtir. “Apei-ron”dakizıt nitelikler varlığın
oluş ve yok oluşunu hazırlar. Ayrıca Anaksimandros’un ilk kez yeryüzündeki
kara parçalarının haritasını yaptığı bilinmekledir.
Milet Okulu’nun diğer
filozofu Anaksime-nes arkhe olarak “hava”yi ileri sürdü. Kosmos ile
insan bedeni arasında bir karşılaştırma yapan Anaksimenes, insan bedeninin
yaşamasını bu havaya dayandırır. O, ruhun varlığına da işaret etmiş ancak
bunun maddi olduğunu belirtmiştir.
Milet Okulu kosmos’un
ana maddesinin ne olduğunu araştırırken bu ana madden in varlıkla
“oluşu” nasıl hazırladığı konusunu karanlık bırakmıştı. Oluş sorunu
başta Herakleitos olmak üzere Elea Okulu fitozoflarıyla Pythago-rascilar
tarafından değişik görüşler ileri sürülmek suretiyle tartışılmıştır.
Herakleitos kosmos’un ana maddesini “aleş” olarak nitelendirirken,
aynı zamanda kosmostaki hareket, değişim ve oluşu da buna dayanarak açıklama
yo-
luna gitti. Ona göre
Kosmos’ta sürekli bir oluş sözkonusudur. Herşey akmaktadır, her nesne
durmaksızın hareket etmekte ve değişmektedir. Fakat bu sürekli oluşu
düzenleyen ve asla değişmeyen şey İse Logos (akıl, yasa, il-ke)lur.
Buna karşılık Elea
Okulu Kosmos’ta ve Var-lık’ta hiçbir hareketin, değişimin ve oluşun sözkonusu
edilemeyceğİnİ ileri sürmüştür. Okulun kurucusu olan Parmcnidcs sadece
“Bir” olan “Varlık”ın varolduğunu, bu nedenle bu varlıkta
hareketin, değişimin ve oluşun sözkonusu edilmesinin mantık bakımından kabul
edilemez bir çelişkiyi doğuracağını belirtir. Öğrencisi Zenon, bu
“Bir” varlık önermesini temel alarak hareketin, değişimin ve oluşun,
Hcraklcitos’un savunduğu gibi, kabul edilemeyeceğini, çeşitli örnekler ile
tartıştı. Varlıkta hareket veya değişimin bulunduğunu kabul etmek var olanın
yok olacağını kabul etmek ya da yok olandan varlığın çıkacağını varsaymak
anlamına geldiğini, bunun ise mantığın çelişmezlik ilkesine aykırı olacağını
belirterek reddetti.
Elea Okulu’nun Varlık
anlayışı Kscnofanes tarafından Tek Tanrı inancının açıklanmasında temel
alındı. Daha doğrusu Kscnofanes’İn Tek Tanrı kavramı, Elea Okulu’nun
“Bir” Varlık kavramına dönüştü. Parmenides’in varlık kavramı ve
mantığı temel alan düşünce yöntemi sonraki filozoflar, hatta Yeni Çağ
filozofları üzerinde de etkili oldu. (Örneğin Platon, Spinozavb.)
Pythagoras ve
Pythagorasçılar ise Kosmo-sun ve Kosmostaki düzen ve uyumun kavranıp
açıklanmasında sayıları temel aldılar. Onlara göre her sayının bir değeri
olması gerekir; bu da nesnelerin mahiyetinin açıklanmasında anahtar rolü
oynar. Ayrıca Pytlıagorasçı-lar ilk gizli felsefe topluluğunu oluşturmuş ve ruh
göçü (tenasüh) inanışı temeline dayanan bu gizli topluluk bazı ilkeler kabul
ederek aralarında uygulamıştır. Pythagorasçılar gizli düşünceleriyle ve dışa
kapalı örgütlenme biçim-leriyle sonraki yüzyıllarda da varlıklarını sürdürdüler
ve düşünce tarihinde belli oranda etkili oldular.
M.Ö.V. yüzyılda
Yunanlıların Persler tarafından yenilgiye uğratılmaları ve İyonya kentlerinin
işgal edilmesi üzerine burada yaşayan halk ile birlikte filozof ve sanatçıların
Batıya,ö-zellikle Güney İtalya ve Sicilya kentleriyle kuzeyde Afrika ve
Makedonya’ya göç ettikleri görüldü. Bunun sonucu olarak felsefe ve bilim
İyonya’dan bu bölgelere taşındı. Gerçekten bu tarihten sonra Atina bir kültür
kimliğine kavuşacak, ayru şekilde Güney italya’da bazı kentler de düşünce ve
bilim alanında gelişmelere sahne olacaktır.
Empedokles İyonya
felsefeleriyle Elea Oku-lu’nun görüşlerini birleştirerek Kosmos’un ana maddesi
ve nesnelerin hareket ve oluşlarını açıklamaya yönelmiş, Kosmos’un ana maddesi
olarak Thales’in “su”yunu, Anaksİme-nes’in “hava”sını,
Herakleİtos’un “ateş”ini alarak, dördüncü unsur olan toprağı da
kendisi ekleyip, dört unsur (anastr-i eıbaa) Öğretisini ileri sürmüştür. Her
varlığın veya nesnenin meydana gelmesi bu dört unsurun belli oranlarda
birleşmesiyle mümkün olmaktadır. Bu dört unsur Parmenides’in
“Varlık”ı gibi değişmezdir. Ancak Kozmostaki nesnelerin meydana
gelmesi için bu dört unsuru birleştirici başka bir şeyin olması gerekir ki,
Empodekles buna sevgi ve nefret der. Kosmostakİ hareketi, değişmeyi ve oluşu
meydana getiren sevgi ve nefrettir. Fakat bu iki özellik dört unsurun dışında
değerlendirilmiştir. Empedokles bir yandan kendinden önceki görüşleri belli
bir sistem içinde birleştirip açıklamaya çalışırken, kendinden sonraki
görüşleri de etkilemiştir.
Nitekim Atomcu görüşün
oluşmasında Em-pedokles’in felsefesi bir hareket noktası işlevi görecek,
Anaksagoras dört unsur yerine sadece tek bi madde, “spermate”, yani
zerrecik kavramını, sevgi ve nefret yerine de “Nous” kavramını
koyacaktır. Zerreciklere, nesneyi meydana getirmek üzere ilk hareketi veren
Nous’tur ve daha sonra zerreciklerin denetimini sürdürür. Bu zerrecikler,
kendi yapılarındaki özellikler gereği bir araya gelerek nesneleri oluştururlar
ki, birleşen zerreciklerin amacı, meydana getirdikleri nesneler olmaktadır.
Yani Empedokles dört unsurun bir araya gelmesini raslantıya bağlarken,
Anaksagoras zerreciklerin hareketini belli bir amaca yönelmiş olarak açıklıyor,
öyleyse evrende bir amaçlılık (tele-olojik) ilkesi hakimdir.
Empedokles ve
Anaksagoras’ın henüz pek açık olmasa da maddeyi temel alan açıklamalarını
Leukippos, özellikle de Demokritos geliştirip ilk atom teorisini ileri
sürmüşlerdir. Demokritos’a göre kosmos’un ve varlığın temeli parçalanamayan en
küçük şey, yani “ato-ma”dır. Atomların nicelik özellikleri bir araya
gelerek nesnelerin meydana gelmesini sağlamaktadır. Sürekli hareket halinde
olan atomların hareketlerini gerçekleştirdikleri bir ortama İhtiyaçları
vardır ki, bu “boş mekan”dır. Boş mekan madde değildir, varlığı
yoktur, ama atomun hareketi İçin gereklidir. Atomların hareketleri sahip
oldukları nicel özellikler dolayısıyla zorunlu ve mekaniktir. Böylece Demokritos
maddeyi temel alan atom teorisini bir sistem halinde ortaya koyar ve madde ayrımını
da felsefeye yerleştirir. İnsanın bedeni gibi ruhu da atomların birleşmesinin
bir sonucudur. Uyku gibi ölüm de atomların bu hareketlerine bağlıdır.
Sofistler İle Antik
Çağ felsefesi yeni bir döneme adım atar. Sofistler kendilerine kadar gelen
düşünceleri bir eleştiri süzgecinden geçirirler. Buna göre insan, Kosmos’un
ana maddesinin ne olduğunu araştırmadan önce, böyle bir araştırmaya yönelen
öznenin yetenek ve gücüne bakmalıdır. Üstelik aynı konuya hemen birbiriyle hiç
benzerlik göstermeyen cevaplar verilmiştir. O halde Kosmos’un tümel bilgisini,
yani tümel gerçekliği elde etmek mümkün olmamalıdır. Hatta tümel bir gerçekliğin
bulunup bulunmadığını bile bilmiyoruz, bilemeyiz. Çünkü insan sınırlı bir
varlıktır, yetenekleri ve gücü de sınırlıdır. Kaldı ki, bilgi kaynağımız olan
duyumlarımız değişen şartlara göre değişen bilgiler vermektedir. Bu bakımdan sofistler
tümel gerçekliğin peşinde koşmak yerine, yararlı ve pratik bilgiler ile
ye-tinilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Sofistlerin ünlü
temsilcisi Protagoras, “insan herşeyin ölçüsüdür” diyerek hakikatin
birey olarak insana göre doğru olduğunu, izafi bir anlam ifade edeceğini ileri
sürdü. Buna bağlı olarak herhangi bir konuda kesin bir yargıda bulunmamızın
sözkonusu olamayacağını, bilginin de yarara dayandığını belirtir. Tanrıların
ne var oldukları, ne de olmadıkları hususunda kesin bir ispatın mümkün
olamayacağını söyler. Gorgias ise Protagoras’dan daha ileri giderek hiçbir
şeyin var olmadığını; var olsa bile bilinemeyeceğini; bilinse de bilginin
başkalarına aktarılamayacağını savunarak, şüphecilik ve agnostisizme kapı
açar.
Sofistler ayrıca toplum,
hukuk, siyaset, adalet, ahlak gibi konulara karşın da eleştiriler yöneltmişler
ve bunların tartışılmasını sağlamış-lardır.Prodİkos dinin insanlarca pratik
ihtiyaçları karşılamak amacıyla “ortaya konmuş olduğunu”; Krİtİas,
din ve ahlak kurallarının zeki ve kurnaz yöneticilerin kendi buyruklarına İtaat
edilmeyi sağlamak için oluşturulduğunu; Thrasymakhos hukuk ve adalet denilen
şeyin toplumda güçlü ve egemen olan kimselerin güç ve egemenliklerini korumak
ve sürdürmek için konulduğunu; buna karşılık Kallikles toplumdaki güçsüzlerin
kendilerini korumak İçin hukuk, adalet, ahlak gibi kural ve değerleri
oluşturduklarını ileri sürdüler. Böylece Sofistler “doğal olan” ve
“İnsanlar tarafından konulmuş olan”, yani “doğal olmayan”
ayrımını getirdiler ki, böylece doğal hukuk-pozİtif hukuk ayrımının temelini
attılar.
Sofistlerin felsefede
açtıkları çığır, Antik Çağ Felsefesinin yeni yönünü de belirlemiş oldu. Artık
insan ve insana İlişkin sorunlar felsefenin tartışma alanının temel konuları
haline geldi. Nitekim insan, toplum, yönetim, din, ahlak gibi konularda
Sofistlerin yıkıcı olarak nitelenen etkilerini ortadan kaldırmayı da amaçlayan
Sokrates, Sofistlere karşı çıkar. Sofistlerin İnsanın temel alan incelemeleri
Sokrates tarafından da paylaşılmakla birlikte, tümel bir hakikatin olmadığı,
insana göre hakikatin ve bilginin değiştiği gibi sonucu itibariyle yıkıcı olan
görüşleri reddeden Sokrates, bütün insanların ortak ve tümel yetilere, yani
akıla sa-hib olduklarını, dolayısıyla bilginin, ahlak ve iman gibi temel
değerlerin tümel kavramlarında, insanların tümümün özelliklerini yansıtan
yönler bulunduğunu
ileri sürdü. Bunu ispatlamak İçin de Sokrates kendine özgü “Mayötik”
(Doğurtma) yöntemini uyguladı. Ancak Sok-rates’in üzerinde ısrarla ve önemle durduğu
konu ahlak alanı oldu. Ona göre her insanda aynı olan akıl gözönünde
tutulduğunda ahlaki kuralların ve davranışların da aynı olduğu yargısına
varmak mümkündür. Yani ahlakın amacı olan iyi, bütün insanlarda akıl gibi
ortaktır, iyinin kaynağı akıl olduğuna göre, insan iyi ve kötünün ne olduğunu
bilebilir. Ancak bunun İçin düşüncenin yöntemli bir biçimde yürütülmesi
gerekir. Bu yapıldığında iyilik, kötülük, erdem gibi ahlaki değerlerin
insanlara ya da toplumlara göre değişmediği anlaşılır. Çünkü bunlar, kaynağı
akıl olmaları dolayısıyla insanda gizli olarak bulunmaktadır. Önemli olan
yöntemli düşünmek suretiyle bunu insanın ruhunda ortaya çıkartabilmektir.
İnsan ahlaklı, yani erdemli olabilmek için bilgili olmak durumundadır. Erdem
ise mutluluğu sağlayan tek değerdir, dolayısıyla mutlu olmak da ancak bilgiyle
mümkün olabilir. Onun için Sokrates ahlakına “Eudaimonist”, yani
mutluluk ahlakı da denilir ki, hemen bütün Antik Çağ filozofları mutluluğu bu
bağlamda ele almışlardır. Sokrates, yaşadığı dönemde, özellikle gençler üzerinde
ve sonraki felsefe okulları üzerinde etkili oldu. Nitekim Sokrates’ten sonra
Sokratesçi Okullar olarak bilinen akımlar, yani Antisthe-nes’in Kinikler Okulu,
Aristippos’un Kyrene Okulu, Eukleides’inMegara Okulu ortaya çıktı.
Sokrates’İn Öğrencisi
Platon, “idea” kavramından hareketle felsefi sistemini kurmaya yöneldi.
Antik Çağın ilk sistematik filozofu olarak tanınan Platon, felsefesini idea
kavramı üzerine oturtmuş, tüm doğa ve İnsan dünyasını temellendirmek ve açıklamak
amacını taşıyan bir sistem olarak felsefe tarihine geçmiştir. Platon
felsefesini dialoglar şeklinde ortaya koyarken kendi düşüncelerini hocası Sokrates’İn
ağzından açıklamıştır.
Platon’a göre gerçek
varlık, duyular ile algılanan duyulur dünya değil, idealar dünyasıdır. İdealar
dünyasında bulunan her ideanın duyulur dünyada bir gölgesi vardır. İşte
duyulur
dünyadaki maddi
nesneler birer gölge varlıktır. Dünyadaki her görünen varlığın, yani gölge
varlığın idealar dünyasında aslı, gerçek olanı, ilk örneği (arketipi)
bulunmaktadır. İdealar ancak akılla kavranır, duyumlarla idealan algılanması
mümkün değildir. İdcaların akılla kavranmasında duyulur dünya bir
“İşaret” görevi görür. Bu bakımdan İdealar duyuların tanıttığı
değişme ve çokluk dünyasının değişmeyen ilkeleri, kaynaklan ve asılları olarak
tanımlanabilir. İdealar çokluğa karşı birliği, değişme ve sonluluğa karşı da
değişmezliği ve kalıcılığı temsil ederler. Ayrıca İdealar maddi ve cismi
olmayıp ruhsal veya manevi varlıklardır, dolayısıyla zaman ve mekan ile
ilişkileri yoktur. Kısacası idealar genel kavramlar ya da düşüncelerdir.
Görülen maddi varlıkların kaynağı, özü bu genel ya da tümel (külli) kavramlardır.
Yani, mesela gördüğümüz at’ın özü, zİhnİ-mizdeki at kavramı olmaktadır. Çünkü
at kavramı zihnimizde, dolayısıyla gerçektir, gördüğümüz at ise
duyumlarımızla algıladığımız bir nesnedir, dolayısıyla gölge varlıktır. Bunu da
ünlü mağara benzetmesiyle ifade etmiştir. İdealar belli bir hiyerarşi
gözetirler, en üstte ve aynı zamanda cevher bakımından en saf olarak iyi
İdeası bulunmaktadır. Tüm bilgilerin ve varlıkların kaynağı olan iyi ideası
nesneleri de aydınlatan ışıktır. İdealar sonsuzdur.. İyi İdeası öteki idealan,
yani nesneleri yönetir. Yani iyi, daha doğrusu en yüce iyi ideası Tan-rı’yla
özdeş, hatta Tanrı’dır.
Platon’a göre ruh,
insan doğmadan önce vardı, dolayısıyla idealar dünyasını tanır. Bilgi de zaten
ruhun bu duyulur dünyada, daha önce tanıdığı idealan hatırlamasından başka bir
şey değildir. Felsefenin görevi, bu hatırlamayı belirgin ve kesin bir duruma
getirerek doğru bilgilerin elde edilmesini sağlamaktır. Sokra-tes’İn yöntemi
böylece Platon tarafından te-mellendirilmiş olmaktadır.
Ahlak felsefesi
bakımından Platon, Sokrates ve Sokratesçi okullarda olduğu gibi erdem ve
mutluluk kavramlarından hareket eder. Fakat onlar gibi tek bir insanın erdem ve
mutluluğunu hedef almaz. İnsan türünün erdemli ve mutlu olması İçin gerekli
şartları gözönünde tutarak araştırmaya girişir. Bu bakımdan ahlak ile devlet
sistemleri ya da yönetim biçimleri arasında doğrudan bir ilişki kurar. Bu da
ideal devlette, yani erdemli devlette gerçekleşebilir. İdeal devlette halk,
savaşçılar (koruyucular) ve yöneticiler arasında devletin gerçekleşmesini
sağlayıcı bir görev dağılımı yapılır. Bu devlette mal, mülk, çocuk ve kadın
hususunda mülkiyetin ortak oluşu şeklinde bir görüşün Platon tarafından ileri
sürüldüğü söylen-mişse de, bunun Platon’un felsefesinde gerçek temellerinin
bulunmadığı anlaşılmıştır. Fakat ideal devletinde Platon, eşitlik ve özgürlüğe
ağırlık vermeyerek totaliter bir devlet tanımı yapmış, adaletli ve erdemli
devleti bu yönde açıklamaya çalışmıştır.
Platon felsefesi,
özellikle felsefesinin dayandığı idca öğretisi sonraki dönemlerde oldukça
etkili olmuş, İskenderiye ve Plalinos aracılığıyla bir yandan İslâm dünyasına,
öte yandan da Hıristiyan felsefesine nüfuz etmiştir. Platon felsefesi
Ycni-Platonculuk adı altında günümüze kadar gelen yoğun bîr etkinin sürmesine
kaynaklık etmiştir. Felsefesini açıklamak ve öğrencileriyle tartışmak İçin
“Akademia” adlı bir de okul kurmuştur. Platon’un
“Akade-mia”sına karşılık, Antik Çağın ikinci, ama bazı yönlerde
Platon’dan oldukça farklı, öğrencisi olma yanında felsefi bakımdan ona rakip
olan Aristoteles Lykeion (lise) adını taşıyan okulunu kurmuştur. Aristoteles
felsefesinde, Platon’dan farklı olarak, madde ve form kavramları önemli yer
tutar. Platon’dan farklı olarak, duyularla algılanan ve tanınan nesneler dünyasına
ağırlık verir. Aristoteles’e göre idealar, Platon’un savunduğu gibi nesnelerin
dışında, zaman ve mekandan soyutlanmış şeyler olmayıp varlıkların içinde
bulunan, onlara içkin olan özler (cevher)dİr. Duyularla algıladığımız
varlıkların mahiyetinde benzer bir öz ve formvardır. Varlıkların çokluğuna
rağmen onların birliğini sağlayan ve temsil eden de bu öz ve formlardır. Form
maddeye biçim kazandırır. Varlıkların tek tek ortaya çıkmalarını sağlar. Ona
göre öz tek tek varlıklar olup, böylece temelde bulunan gerçek, tek tek
özlerdir. Form ve madde bu özde, fert olarak varlıkta. somut olarak varolan
varlıkta kaynaşmış bir şekilde bulunmaktadır. Fakat form, maddesiz varolmaz,
madde de var olmak için forma ihtiyaç duyar. Öz, böylece, madde ve formun birleşmesi
değil, bu birleşmeyi ya da birliği gerekli kılan şeydir. Bu bakımdan
Aristoteles kendisine kadar gelen tartışmalarda birlik ve çokluk, değişmezlik
ve oluş, gerçektik ve görünüş sorunlarına yeni bir yorum ve çözüm getirir.
Aristoteles’e göre
madde potansiyel halde bulunan şeydir, form ise bu maddeye biçim kazandırarak
onu fiil haline getirir. Sözgelimi yontulmamış bir mermer kütlesi, heykele
oranla kuvve halindedir, heykel formuna göre biçimlendiğinde fiil haline geçer.
İşte bütün varlıkların ortaya çıkması böyledir. Ancak varlıktaki hareket,
değişme, oluş dışardan gelen bir etkiyle ya da mekanik bir tarzda değil, dinamik
bir şekilde olur, Formun, maddede kendini gerçekleştirmesi, harekettir.
Evrendeki oluş ta böyledir. Oluşun ortaya çıkmasında maddi neden, formel neden,
hareket ettirici neden ve erek neden olarak dört nedenin bulunduğunu ileri
sürer. Evren, form ve madde bakımından hiyerarşik bir yapı arzeder. Yani bir
alt derecede bulunan varlık, kendi üstündeki derecede bulunan varlığın
maddesi, kendi altındakinin ise formudur. En altta, bütünüyle formsuz “ilk
madde”, en üstte de saf veya mutlak form vardır. Mutlak formun maddeye
ihtiyacı yoktur, bu form maddeyi harekete geçiren şeydir. Platon’un ‘en yüce
İyi’sine benzer ki, bu Tanrı’dır. İşte hareketsiz olmasına rağmen bu mutlak
form, yani Tanrı, evrenin amacı olduğundan ve tek tek varlıklar O’ıııı özleyip
O’na yöneldiği için oluşmakta, hareket, değişme ve oluş meydana gelmektedir.
Yani evren ve doğa Tann’ya yönelmekte, ona yükselmek İstemektedir.
Aristoteles bilgi
teorisini de öz, madde ve form bağlamında tememlendirir. Buna bağlı olarak
mantığı (özellikte kıyası) ve tümevarım metodunu kurup geliştirmiştir. Tabiat
felsefesi, madde ve ruh ilişkisi de madde ve form kavramlarına dayandırılarak
tcnıellendirilir. Öte yandan, Platon gibi İdeal devlet tasarımı yerine,
varolan devlet ve yönetimi inceleyerek toplum ve devlet felsefesini açıklar. En
iyi devlet, vatandaşları, ahlaklı ve iyi yetişmiş kimseler olacak şekilde
eğiten devlettir. Bu bakımdan Aristoteles eğitimin devlet tarafından gerçekleştirilmesini
önerir. Toplumun ahlaklı ve mutlu olması, yöneticilerin bu nitelikleri
taşı-malarıyla mümkündür. Erdemli yaşamanın amacı mutluluktur, bu da akla uygun
davranmakla sağlanır. Yani aşırılıklardan kaçınmak, ılımlı davranmak ve orta
yolu benimsemek, erdemli ve mutlu olmak için gereken temel ilkelerdir.
Aristoteles’e göre sanat taklit etmektir. Sanatın amacı ahlakidir.
Aristoteles’ten sonra
Antik Çağ felsefesi ahlak felsefesi alanında yoğunlaşmıştır. Bu dönemde
Epikürcülükve Stoacılık Önemli yer tutarlar. Stoacıların ahlak felsefesindeki
yorumları Hıristiyanlığın sonraki yorumları ve Yeni Çağda Rönesans filozofları
ve yazarları üzerinde etkili oldu. Keza Epikürcülük de, özellikle Roma
felsefesinde ve Yeni Çağda ilgi uyandırmıştır. Ayrıca Aristoteles sonrası felsefede
bilgi teorisi bakımından Pyrrhon ve öğrencisi Timon’un şüpheciliği de
Önemlidir.
Roma imparatorluğu
döneminde Antik Çağ felsefesi hemen bütün akımları ve filozoflarıy-la tanınmaya
çalışıldı, fakat pek orjinal görüşler ortaya sürütemedi. Roma döneminde felsefe
çalışmaları daha çok politika, retorik ve ahlak alanında yoğunlaşmıştır.
İsmail KILLIOĞLU
Bk. Ahlak;
Aristoculuk; Atomculuk; Elea Okulu; Epikürcülük; Felsefe; İyonya Okulu; Kozmos;
Pİsagorculuk; Plalonculttk; Plotinusçu-luk; Sofistler; Stoacılık. [1]