Felsefe Yazıları

Allah’ın İsimleri, Allah İsimleri, Zati, Kainatı ve İnsanı İlgilendiren İsimleri

IV) İSİMLERİ

Kâinat içinde yegâne şuurlu varlık olarak gözlenen insan, kendi varlığı ile birlikte aşkın bir yaratıcının varlığını da benliğinin derinliklerinde hisseder. Fiz­yolojik ve psikolojik yapısı itibariyle iç içe birçok sistemden oluştuğunu, için­de yaşadığı tabiatın da olağan üstü bir ahenk ve düzen taşıdığını farkeden İnsan aşkın yaratıcının bu eserleri karşısında hayranlığını gizleyemez. Semavî kitap­lar tabiatın kutsallaştyılma tehlikesinin belirdiği bu noktada kişiyi uyarmakta, kendisi de dahil olmak üzere zât-ı ilâhiyye dışındaki her şeyin yok olacağını, Allah’tan başka tapınılacak, hükümranlığı aralıksız devam edecek, herkesin sığı­nağı olacak bir varlığın bulunmadığını bildirmektedir. (Kasas 28/88) İnsan, kendinden başlamak üzere bütün tabi­atta hüküm süren düzeni dikkatle ince­lemeli ve gönülden bağlı olduğu, fakat duyulanyla doğrudan idrak edemediği yaratıcının özelliklerini (sıfatlar) bulmaya çalışmalıdır. Felsefelerinde madde sını­rını aşıp yüce yaratıcının varlığına yer veren filozofların ana hatlarıyla belirle­meye çalıştıkları İlâhî sıfatlar konusuna semavî kitaplar ışık tutmuş, insanın bütün benliğiyle inanıp kendisine yakın hissettiği;

“Biz insana şah damarından daha yakınız”(Kaf 50/16) fakat dünya gözüyle göremediği yaratıcıyı “Gerekti­ği kadar” tanıyabilmesi için O’nu vasıf­landırmıştır. Meselâ;

“O evvel, âhir, za­hir, bâtındır” (Hadîd 57/3) mealinde­ki âyet zât ve sıfat arasındaki münase­bete büyük çapta açıklık getirmiştir. “Ev­vel” ilk (ezelî) demek olup yaratıcı (ilk se­bep, illet-i ûlâ) özelliği taşır. “Âhir” ise son, sürekli (ebedî) demektir. Bütün değişik­likler, oluşum ve bozulmalar (kevn ü fesad) yaratılmışlarda etkili olup evvel ve âhire nisbetleri O’nun fiillerinin eseri ol­maktan ibarettir. Zâtı itibariyle “Bâtın” (gizli, duyular ötesi) olan yüce Allah olu­şum ve değişikliklerin delâlet ettiği sı­fatlarıyla zahirdir.

Sıfat, Allah’ın zâtına nisbet edilen bir mâna, yani bir kavramdır. Naslarda yer alan bu kavramlar kelime türü açısından isim, fiil, masdar veya zarf şeklinde ol­duğu gibi Arapça’daki sıfat kalıplarından biri şeklinde de kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de sıfat kelimesi geçmemekte, daha çok tevhide aykırı inançlardan Al­lah’ın tenzih edilmesi sırasında “Nitele­mek” anlamındaki vasf kelimesinin muzâri kalıbı kullanılmaktadır. Buna kar­şılık Allah’a nisbet edilmiş olarak isim ve esma kelimeleri yer almaktadır.

Müminin zihnini ve gönlünü ay­dınlatmak amacıyla zât-ı ilâhiyyeyi nite­lendiren kavramlar âlimler tarafından isim veya sıfat terimleriyle ifade edil­miş, bu terimler ilk defa Ebû Hanîfe’ye ait el-Fıkhü’l-ekber’in baş tarafında gö­ze çarpıyorsa da ikisi arasındaki ince far­ka dayalı belirgin ayırım Mâtürîdî tara­fından yapılmıştır.

V. (XI.) yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanan el-Esmâ ve’ş-şildi adlı eser­lerde iki terim arasındaki teknik fark şu şekilde belirlenmiştir: Hay, alîm. ha­lik gibi dil açısından sıfat kalıbında bu­lunan kelimeler isim, diğerleri ise sıfat adını alır.

Kur’ân-ı Kerîm’de ism kelimesi Allah lafzına veya onun yerini tutan zamire, ayrıca rab kelimesine İzafet yoluyla nis­bet edilmiş, çoğul şekli olan esma da “En güzel” anlamındaki el-hüsnâ keli­mesiyle sıfat tamlaması oluşturarak el-esmâü’l-hüsnâ şeklinde dört defa Allah’a nisbet edilmiştir. İsimden maksat, şüphesiz ki işaret ettiği varlığı hatırlat­maktır. İslâm dini­nin telkin ettiği yüce yaratıcının öz adı, belki de herhangi bir sözlük mânası taşımayan Allah kelimesidir. Bu­nun dışında O’nu hatırlatacak kelimeler seçilirken hem zât-ı ilâhiyyeyi niteleyen kavramlara uygun düşmeli, hem de ta­zim ve hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu ikinci şartın gerçekleşebilmesi için isimlerin naslardan seçilmesi, naslarda yer almayan kelimelerin O’na nisbet edil­memesi gerekir. Haşr sûresinin sonun­da yer alan üç âyette, her biri zât-ı ilâhiyyeye ait bir kavramı hatırlatan on dört kadar isim Allah’a nisbet edildik­ten sonra, “Onun esmâ-i hüsnâsı var­dır” (59/24) denilmektedir. Konu ile il­gili diğer bir âyetin meali de şöyledir:

“Allah’ın esmâ-i hüsnâsı vardır. O halde O’na bunlarla dua edin. O’nun isimleri konusunda eğri yola sapanlara uyma­yın” (A’râf 7/180) Bu âyetlerden an­laşılacağı gibi isim, işaret ettiği varlık için ifade edeceği mâna açısından önem taşımaktadır. Bazı kelimelere tanrılık makamına yakışmayacak anlamlar yük­leyerek bunları yaratıcıya nisbet etmek veya O’na ait kavramları ve bunları dile getiren isimleri Ondan başkasına ver­mek, esmâ-i hüsnâ konusunda eğri yo­la sapmak (ilhad) kabul edilmiştir.Al­lah’ın zâtını nitelendiren kavramlar çok olduğundan bunları ifade eden kelime­ler (isimler) de çoktur. Şu halde bunlar­dan hangisiyle olursa olsun Allah’ı an­mak mümkündür. Yaratıcının “Allah” ve­ya “Rahman” ile anılmasını bildiren âye­tin (İsrâ 17/110) nüzul sebebi hakkın­da kaydedilen rivayetler de Allah’a ait olmak şartıyla hangi isimle olursa olsun O’nun anılabi­leceğini teyit etmektedir. Muhtemelen İslâm öncesi Güney Arabistan halkının tapındığı tanrının da adı olan rahman, İslâm’ın telkin ettiği yüce yaratıcının sıfatlarından birini dile getiren bir isim olarak birçok âyet­te zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmiştir.

İsim, işaret ettiği varlığın gerçekliği oranında değer taşır. Her gün iç içe sis­temler halinde olağan üstü bir ahenk sergileyen tabiat sahnesinde kudretinin binbir tecellisi gözlenen aşkın yaratıcı­nın isimleri âciz yaratılmışlara, insan eliyle yontulup şekillendirilen (Sâffât 37/95) putlara verilse bile bunların hiç­bir fonksiyon ve değSeri bulunmayan ku­ru bir isimden ibaret olacağı asil yaratılışlı ve hür düşünceli insan için apaçık­tır. Benî İsrail peygamberleri içinde be­den ve ruh güzelliğiyle tanınan Hz. Yû­suf, hapis hayatındaki arkadaşlarının tapındıkları putları,

“Allah’ın hiçbir güç vermediği, sizin ve atalarınızın takmış olduğu kuru isimler” (Yûsuf 12/40) şek­linde nitelendirirken insan yaratılışındaki bu asalet ve hürriyet özelliğini dile getirmiş oluyordu. Hz. Peygamber’in son dönemlerinde nazil olan ve Arap müş­riklerden çok o günden itibaren var ola­bilecek bütün putperestlere hitap eden âyet, fiilî bir gerçekliği bulunmayan İsim­lerin ve bunların etrafında oluşturulan tazim ve kutsallaştırmaların değersizliği­ni temsilî bir ifade ile şöyle açıklamıştır:

“Ey insanlar! Size bir örnek verilmekte­dir, şimdi onu dinleyin. Allah’tan başka kutsallaştınp andığınız şeyler, hepsi bir araya gelse de bir sinek bile yaratamaz­lar. Sinek onlardan bir şey kapmış ol­sa bunu dahi geri alamazlar. İsteyen de âciz istenen de” (Hac 22/73)

Esmâ-i hüsnânın sayısı konusunda başvurulacak kaynak şüphesiz ki Kur’an ve hadistir. Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli ke­lime kalıplarıyla zât-ı itâhiyyeye nisbet edilmiş olarak yer alan kavramların sa­yısını 313’e ulaştıranlar vardır. Allah’ın doksan dokuz ismi­nin bulunduğunu ve bunları benimse­yenlerin cennete gireceğini İfade eden hadisi Buhârî ve Müslim gibi otoriteler rivayet etmiş, Tirmizî’nin rivayetinde ise bu isimler tek tek zikredilmiştir. Bu isimlerden doksan üçü Kur’ân-ı Kerîm’de yer almış, diğer altı ismin ifa­de ettiği mânalar ise başka kelimeler­le yine O’na izafe edilmiştir. Bu liste İslâm dünyasında meş­hur olmuş, dua ve niyaz amacıyla okun­muş, esmâ-i hüsnâ telif türünün planını oluşturduğu gibi hat sanatının da bir konusu haline gelmiştir. Bununla bera­ber esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimlerin çoğunluğuna göre ilâhî isimler bu dok­san dokuzdan ibaret değildir. Sayıları ne olursa ol­sun çeşitli kelime kalıpları ile Allah’a nis­bet edilen isimler, şüphe yok ki aşkın yaratıcıyı nitelendiren ve O’nu insan an­layışına yaklaştıran kavramlardır. Naslarda yer alan bu kavramları tereddüt­süz benimsedikten sonra kelâm âlimle­ri nasla sabit olmayan bir kavramı Al­lah’a izafe etmenin meşruiyetini tartış­mışlardır. Nasların nitelendirdiği genel ulûhiyyet anlayışına ters düşmemek şar­tıyla bunu meşru görenler olduğu gibi doğru bulmayanlar da vardır. Gazzâlî ile Râzî tarafından benimsenen tercihe göre bu noktada “İsim” ile “Vasıf” birbirinden ayrı düşünülmelidir. Nasla sabit olma­yan bir ismi Allah’a nisbet etmek meşru değildir; bununla birlikte ulûhiyyete ters düşmeyen bir kavramla Onu nitelendir­mek mümkündür.

İsim veya sıfat olarak Allah’a nisbet edi­len bütün kavramlar tek bir zâtı nitelen­dirdiğinden tevhidi zedeleyici herhangi bîr çokluğa sebep teşkil etmez. Ayrıca bu isim ve sıfatlardan bir kısmının in­sanlara da verilmesi, onlarla yüce yara­tıcı arasında benzerlik meydana getir­mez. Çünkü bu kavramların her iki nis-bette ifade ettiği anlam ve taşıdığı ma­hiyet birbirinden farklıdır. Ayrıca Mâtürîdrnin de güzel bir tahlil ile ifade et­tiği gibi insanlar, aşkın varlık hakkın­da, tecrübe alanının kelime ve kavram­ları dışında kullanılabilecek bir anlama ve tanıma vasıtasına sahip değildirler. Şu halde O’nu nitelendirmek amacıyla kullanılan kelimeler gerçekte O’nun isim­leri olmayıp anlayışımıza yaklaştırıcı İfa­delerden ibarettir. Bu ibarelerden bazan ulûhiyyete yakışmayacak mânalar zihne gelebileceğinden, Allah’ı isimlendirmenin yanında daima bir nefıy cümlesi;

“Hiç­bir şey O’nun benzeri değildir” mealin­deki tenzih âyeti, (Şürâ 42/11) mevcut olmuştur. Buna göre tevhid, nefıy için­de ispat ve ispat içinde nefiy tarzında oluşmuştur.

Hz. Peygamber’in tebligatında yer alan ilâhî isim ve sıfatlar Kur’an’da ve bazı farklarla hadislerde kullanılmış olan kav­ramlardır. Bunların her ikisi de vahiy mahsulü olduğuna göre yüce yaratıcı biz­zat kendini nitelendirmiş, ulûhiyyet ko­nusunda insanları gerektiği kadar aydın­latmıştır. Peygamber’in görevi ise ken­disine vahyedilen bu nitelikleri insanla­ra tebliğ etmekten ibarettir. Nitekim o bir münâcâtında Allah’a ait isimlerin bitinme derecelerini sayarken sonuncu de­rece olarak, “Yahut gayb ilminde bırakıp kendin için tercih ettiğin isimlerin” demek suretiyle bilmedi­ği ilâhî isimlerin de bulunduğuna işa­ret etmiştir. Şu halde D. B. Macdonald’ın, naslarda yer alan ilâhî İsimlerin seci ica­bı Peygamber tarafından yapılmış nite­lendirmeler olduğunu söylemesi, ilmî dayanaktan yoksun bir iddiadan öteye geçemez. Macdonald bu an­lamsız iddiasını ileri sürerken de Mûsâ ve îsâ peygamberler gibi Hz. Muhammed’e de vahiy gelebileceğine hiç ihti­mal vermemekte ve Arap şiirinde “Tavsifî sıfatların canlı ve kuvvetli surette kullanıldığını” belirterek Hz. Peygamber’in de böyle bir edebî güç ve yetenekle Allah’ı nitelendirdiğini ifade etmektedir. Macdonald gibi düşünen ve ilâhî vahyi Hz. Muhammed’den kıska­nan yazarlara,

“Allah peygamberlik gö­revini kime vereceğini çok iyi bilendir” (En’âm 6/124) gerçeğini hatırlattık­tan sonra şunu belirtmek gerekir ki o dönemde Arap şiirinde görülen canlı tavsifler büyük çapta tabiata ve mad­dî varlıklara ait olup aşkın bir varlık olan yaratıcının Kur’an’da görülen incelikte yüzlerce kavramla nitelendirilmesinin un­surlarını Câhiliye şiirinde bulmak müm­kün değildir. Kur’an’da çeşitli münase­betlerle esmâ-i hüsnânın yüzlerce de­fa tekrar edilişi seci icabı olsaydı bir­çok âyetin edebî kompozisyonu, düşün­ce mantığı ve mâna birliği bozulurdu. Halbuki gerek Peygamber asrında ge­rekse sonraki dönemlerde Kur’an met­nine karşı bu tür tenkitlerin yöneltildiği bilinmemektedir.

Esmâ-i hüsnâ listesinde yer alan dok­san dokuz ismi çeşitli şekillerde grup-landırmak mümkündür. Konu ile ilgilenen ve eserleri bize kadar ulaşan ilk dö­nem kelâmcılarından Ebû Abdullah el-Halîmî, esmâ-i hüsnâyı Allah’ın varlığını, birliğini, yaratıcılığını, benzersiz oluşunu ve kâinatı yönettiğini ifade eden isimler olmak üzere beş gruba ayırmış ve her gruba giren isimlerin ne anlama geldi­ğini açıklamıştır, Bâkıllânî, Abdülkahir el- Bağdadî ve da­ha sonraki bazı müelliflerin de benim­sediği bu tasniften hareket ederek isim­leri önce, Allah’ın zâtını nitelendiren ve kâinatla ilgisini belirtenler olmak üze­re iki grupta toplamak, sonra da kâinat içinde insanın önemi göz önünde bulun­durularak Allah-İnsan münasebetine te­mas eden isimleri ayrıca inceleme konu­su yapmak mümkündür. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de 2697, hadislerde ise birçok de­fa meselâ Wensinck’in Mu’cem’inde ço­ğu zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirir mahiyette 200’e yakın hadiste, gecen Allah lafzının diğer bütün İsim ve sıfatların mânasını topladığını burada belirtmek gerekir.

1) Zatî İsimler.
Mutlak mânada Allah’ın zâtını nitelendiren, insan gönlünü ilâhî azamet ve muhabbetle dolduran isim­lerdir. Bunların bir kısmı ulûhiyyete ya­kışmayan kavramları ondan uzaklaştı­ran kelimeler olup zâtı “Ne olmadığı” (selbî) açısından, bir kısmı da yetkinlik (kemal) ifade eden kelimeler olup onu “Ne olduğu” (sübûtî) açısından niteler.

Birinci grup zatî isimleri anlatmaya başlamadan önce Türkçe’de çok kulla­nılan ve Allah’ın varlığını ifade eden hak ismini hatırlatalım. Hak. bütün lügat ki­taplarında yer alan “Sübût ve mutaba­kat” temel mânasına dayalı olarak “Fiilen var olan, realiteye uygun, gerçek” anla­mını taşır ve Kur’ân-ı Kerîm ile hadiste­ki kullanılışı bu mânanın dışına çıkmaz.

Buna rağmen D. B. Macdonaldta­rafından şöyle bir iddia ileri sürülmüş­tür: Peygamber, kontrol edemediği birtakım fikirlerin tesiriyle nereye varaca­ğını düşünemediği (I) bazı sözler sarfetmiş, Allah’ın “Hak” olduğunu ifade et­miş, fakat bu tabirin ne demek olduğu­nu araştırmamıştır. Öyle gö­rünüyor ki Macdonald’ın bu iddiası, an­lamsız da olsa tenkit İhtiyacını tatmin etmek gibi psikolojik bir fonksiyon icra etmektedir.

a) Esmâ-i hüsnânın nitelemesine gö­re Allah, varlığının başlangıcı olmadığı gibi (evvel) sonu da olmayandır (âhir, ba­kî, vâris). Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından aşi­kâr (zahir), zâtının görülmesi ve mahi­yetinin bilinmesi açısından gizlidir (bâ­tın). Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tek­tir (vâhid), Allah, arzu ve ihtiyaçları se­bebiyle herkesin yöneldiği ulular ulusu bir müstağni (samed), her eksiklikten münezzeh (kuddûs). azamet sahibi (celîl), izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın (alî, müteâlî), zâtının ve sı­fatlarının mahiyeti anlaşılamayacak ka­dar uludur (azîm, kebîr). Yine bu grup içinde mütalaa edilebilecek isimlerden olmak üzere O, azamet ve yüceliğini iz­har eden (mütekebbir), şanlı, şerefli (mâcici, mecîd), azamet ve kerem sahibi (zü’l-celâli ve’1-ikrâm) olandır.

b) Zatî isimlerden sübûtî mânada Al­lah’ı nitelendirenler için de şöyle bir sı­ralama yapmak mümkündür: Ebedî ha­yatla diri (hay), yenilmeyen yegâne galip (azîz, kahhâr), her şeye gücü yeten, kud­retli (kadir, muktedir, kavî, metîn), irade­sini her durumda yürüten veya yaratıl­mışların halini iyileştiren (cebbar), hak­kıyla bilen (alîm), her şeyin iç yüzünden haberdar olan (habîr), her şeyi gözlemiş olarak bilen (şehîd), her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen {muhsî), işiten (semi), gören (basîr). bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan (hakîm), bütün işleri isabetli ve hedefine ulaşıcı, irşad edici (reşîd), dilediğini dilediği zaman bu­lan bir müstağni (vâcid), iyilik eden, va­adini yerine getiren (ber), fazilet türleri­nin hepsine sahip (kerîm), övülmeye lâ­yık (hamîd), bağışlayan, esirgeyen (rah­man, rahim), şefkatli (raûf), ilmi ve mer­hameti her şeyi kuşatan (vâsi), esenlik veren (selâm), nurlandıran, nur kayna­ğı (nûr).

2) Kâinatı İlgilendiren İsimler
Esmâ-i hüsnâ içinde tabiatın yaratılışına, işle­yişine temas eden ve âhiret hayatı ile bağlantı kurarak başlangıç ve sonuç (mebde’ ve meâd) inancını düzenleyen isimler şöyle sıralanabilir: Takdirine uy­gun bir şekilde yaratan (halik), modeli olmaksızın canlıları yaratan (bari1), şekil ve özellik veren (musavvir), eşi ve örneği olmayan ve sanatkârane yaratan (bedî”), ilkin yaratan (mübdi). tekrar yaratan (muîd). Ölümden sonra dirilten (bâis), can veren (muhyî). Öldüren (mümît). Öne alan (mukaddim). geriye bırakan (muahhir). top­layıp düzenleyen, kıyamet günü hesap görmek için mahlûkatı bir araya geti­ren (cami’).

Şu İsimler de tabiatın idare edilişin-deki ilâhî fiil ve müdaheleyi gösterir: Mülkün sahibi (mâliküVmülk), görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi (melik), her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden (kayyûm), kâinata hâ­kim olup onu yöneten (vâlî). kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten (müheymin), koruyup gözeten ve dengede tu­tan (hafız), bedenlerin ve ruhların gıda­sını yaratıp veren rezzâk, mukit; ikinci isim “Bilip gücü yeten ve koruyan” anla­mına da gelir, rızkı genişleten veya ruh­ları bedenlerine yayan (basit), rızkı tu­tan veya canlıların ruhunu alan (kâbız), tatmin eden (muğnî), dilemediği şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyen ve­ya kötü şeylere engel olan (mâni), zarar veren (zâr), fayda veren (nâfi’).

3) İnsanı İlgilendiren İsimler.
İnsan kâ­inatın bir parçasını oluşturmakla birlik­te ilâhî kelâmın muhatabı, mukaddes emanetin taşıyıcısı, sorumluluk yükle­nen yegâne şuurlu varlıktır. İlâhî vah­yin indirilişi, peygamberlerin gönderilişi, ulûhiyyet âlemine dair bilgilerin verilişi hep onun içindir. Bu sebeple ilâhî isim ve sıfatların insana yönelik anlam ve özelliklerinin büyük bir önemi vardır. İnsanın ulûhiyyet anlayışını aydınlatma amacını taşıması açısından bütün bu İsim ve sıfatların insanla münasebet halinde olduğunu söylemek mümkün­dür. Zâti isimlerin ışığı altında Allah’ı ta­nıyacak, kâinatın yaratılış ve işleyişini açıklayan isimler çerçevesinde İslâm’ın yaratılış felsefesini anlayacak olan yine insandır. Ayrıca doğrudan insana yöne­len, muhatap ve mükellef olarak insan unsuru göz Önünde bulundurulmadan anlamlan tamamlanmayan ilâhî İsimler de vardır:

Mutlak adalet sahibi, aşırılığa mey­letmeyen (adi), adaletle hükmeden (muksıt). son hükmü veren (hakem), yücelten, izzet ve şeref veren (rafı, muiz). alçal­tan, zillet veren (hâfıd), müzit). gözetleyip kontrol eden (rakîb), suçluları cezalandıran (müntakım), iyilik kapılarını açan veya hakemlik yapan (fettâh). hiç­bir sorumluluğu kaflmayacak şekilde gü­nahları silip yok eden (afüv), bütün gü­nahları bağışlayan (gafur), daima affe­den, tekrarlanan günahları bağışlayan (gaffar), kullarını tövbe etmeye muvaf­fak kılan ve tövbelerini kabul eden (tevvâb), yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan (latîf). yol gösteren, murada erdiren (hâdî), acele ve kızgınlıkla mua­mele etmeyen (halîm), dileklere karşılık veren (mücîb), kullarına yeten veya onları hesaba çeken (hasîb), karşılık bekle­meden bol bol veren (vehhâb), güven ve­ren, vaadine güvenilen (mümin), az iyili­ğe çok mükâfat veren (şekûr), çok sa­bırlı (sabûr), güvenilip dayanılan (vekil), yardımcı ve dost (velî), çok seven, çok sevilen (vedûd).

Allah’ın zâtını nitelendirenlerin dışın­da kalan ve çoğunluğu oluşturan isimle­rin tamamını, insan da tabiatın bir par­çasını teşkil ettiğine göre, Allah âlem münasebetini anlatan kavramlar olarak değerlendirmek mümkündür. Şüphe yok ki Allah’ın mâsivâ ile olan münasebeti yaratıcı-yaratılmış münasabetinden öte­ye geçemez. Aşkın varlığı nitelendiren, O’nunla madde dünyası arasındaki ilgiyi anlatan isimlerin mahiyetini anlamak, sınırlı bir idrak kabiliyetine sahip bulu­nan insan için mümkün değildir. Hz. İb­rahim’in, rabbinden ölüleri nasıl diriltti­ğini göstermesini dilemesi (Bakara 2/260) Hz. Musa’nın bizzat rabbini görmek isteyip buna muvaffak olamaması (A’râf 7/143) ve İlâhî kudretin eseri ola­rak alışılmışın ötesinde olaylar gerçek­leştiren asasından ürkmesi (Tâhâ 20/21), peygamberler seviyesinde bile bu­nun imkânsızlığını ispat eden deliller­dir. Su halde problemin tabiatından kay­naklanan bu güçlük dolayısıyla Hz. Mu­hammedin tebligatında Allah âlem mü­nasebetini tam açıklığa kavuşturama-mış olması yüzünden meselenin felse­fe, tasavvuf ve kelâm mensuplarınca tartışma konusu haline getirilmiş oldu­ğu realitesini tenkide tâbi tutmak isabetli olmadığı gibi esmâ-i hüsnânın çerçevelediği Allah-kâinat müna­sebetine göre her şeyi doğrudan doğ­ruya Allah’ın yaptığını iddia ederek me­lek gibi vasıta varlıkların İslâm inancın­da yer almamasının gerektiğini, fakat Peygamber’in, bunları kendi zamanın­daki dinin esaslı unsurları olarak buldu­ğu için kabul ettiğini söylemek de isabetli değildir. İslâm İtikadına, hatta diğer semavî dinlere göre Allah’ın kudreti ve kâinat üzerindeki tasarrufu tamdır. Fakat bu durum O’nun kâinatı idare ederken melek gibi bazı vasıtaları kullanmasına da mâni değildir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki ne Hz. Muhammed ne de Mûsâ ve Tsâ gibi diğer pey­gamberler asla din ve inancın kurucu­ları değildir, onlar yalnızca dinin tebliğ edicileridir. Şu halde vahiy mahsulü olan semavî kitaplara herhangi bir filozofun sistemini aksettiren eserler gözüyle bak­mak, onların ihtiva ettiği konuların duyular ötesi âleme art olduğunu ve bilgi vermekten çok irşad amacıyla hitap et­tikleri insanın psikolojik Özelliklerin) göz önüne aldıklarına dikkat etmemek, ger­çekten kişiyi burada görüldüğü gibi ba­riz hatalara sürükler. Allah’ın isimleri içinde yer alan zar ve nâfi (zarar veren, fayda veren) kelimelerine, ayrıca insana hürriyet tanıyan âyetlerin yanında her şeyi Allah’ın iradesine bağlayan ilâhî isimlerin mevcudiyetine bakarak es­mâ-i hüsnâ arasında çelişen kavramla­rın olabileceğini ileri sürmede de her halde dinî metinleri iyi anlaya­mamak ve özellikle İslâmiyet’e vah­ye bağlı bir din gözüyle bakamamış ol­maktan doğmaktadır.

Semavî kitaplar vahye dayandığına gö­re, onların tahrife uğramamış metinleri yüce yaratıcıyı benzer kavramlarla ve ay­nı mahiyette nitelendirmiş olmalıdır. Çe­lişkili ve tarafgir bakışlarım İslâmiyet’e kendi deyişiyle Peygamber’e mal eden Macdonald’ın, vahiy mahsûlleri arasın­da kurulabilecek benzerlikleri de önceki dinlerden aktarma biçiminde yorumla­ması, söz konusu edilen yanlış zihniye­tin bir başka ürünü kabul edilmelidir. Bu sebeple de, Hz. Peygamber’in hıris-tiyan çevreleriyle temas halinde olmadı­ğı tarihen sabit olduğu halde. Macdonald’m, Kur’an’daki nûr ve selâm isim­lerinin esmâ-i hüsnâ içinde yer almasını hıristiyan teolojisi ve ibadetlerinin tesir­lerine bağlaması fazla yadır­ganmamalıdır.

Doksan dokuz isimden oluşan esmâ-i hüsnâ listesi sevgi ile korku, lütuf ile ka­hır açısından incelendiği takdirde görü­lecektir ki bunlardan sadece dört beş tanesi sevgi ve lutufla yorumlanmaya müsait değildir. Şöyle ki, kâbız ismi “Can­lıların ruhunu alan” vb. mânalara gele­bildiği gibi “Onların rızkını tutan, daral­tan” anlamına da gelir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’deki bu kullanılış nzkı genişlet­mek mânasındaki bast kelimesiyle bera­ber olmuş, hadiste de kâbız bâsıt isim­leri yanyana zikredilerek canlıların rızkı­nı hem daraltan hem de genişleten an­lamında bir dengeye işaret edilmiştir. Zararlı şeylerin yanında faydalı olanları da etkili hale getiren zârnâfi’ ile “Yücelten alçaltan” anlamındaki muiz-müzil, râfi-hâfız isimleri de aynı mahiyet­te bir dengeyi ifade eder. Canlı ve can­sız tabiatta gözlenen ve karşılıklı etki-tepki ilgileri içinde büyük bir mekaniz­manın bir parçasını oluşturan bu den­geyi kurup sürdüren yüce yaratıcıyı bundan dolayı korku ve kahir kavramlarıyla nitelendirmek isabetli değildir. Esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimler zâr-nâfi’, muiz-müzil gibi dengeli mâna ifade eden isimlerin tek başına kullanılmasının ha­talı olacağına dikkat çekmişlerdir. Mün-takım, “Ayıplamak, hoş karşılamamak” anlamındaki nakm kökünden türemiş olup “Kötülüğe mukabele eden, suçluyu lâyık otduğu şeyle cezalandıran” mâna­sına gelir. Ancak Allah’a nisbet edilen intikam kavramında psikolojik tatmin unsuru bulunmaz. Çünkü O’nun cezalandırması kişiyi ıslah etme, toplumun düzenini sağlama ve adaleti tesis etme amacına yöneliktir. Esmâ-i hüsnâ hadisi içinde müntakım isminin tevvâb ile afüv ve raûf isimleri arasında yer alışı da dik­kat çekicidir. Kur’an’da Allah’ı nitelendi­ren kahir veya kahhâr İsimleri “Yenil­meyen, daima galip gelen” mânasında olup Türkçe’deki “Yok etmek, ezmek” anlamlarıyla ilgili değildir.

Gerek doksan dokuz isimle gerekse naslarda geçen diğer kavramlarla nite­lendirilen Allah’ın, bazı yazarların iddia ettiği gibi “Gayur ve müntakım bir hükümdar” şeklinde algılanması, eğer ruh sağlığından yok­sun oluşun belirtisi değilse, nasların ob­jektif olarak değerlendin İmeyişinin so­nucu olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din, insanoğlunun birçok yaratıktan üstün, asil bir varlık olduğu­nu ilân etmiş (İsrâ 17/70) onun en güzel görünüm ve muhtevaya sahip kı­lındığını belirtmiş (Tîn 95/4), Âdem’i meleklerin hürmet ve tazim edeceği bir mertebeye yükseltmiştir. (İsrâ 11/61-62) İslâmiyet, yaratıcısını tanıyan ve O’na yaklaşmak isteyen kişiyi “Mümin” ve “Muttaki” telakki etmiş, cinsiyetine ve soyuna bakmadan onun Allah nezdinde en değerli insan olduğunu kabul etmiş­tir.(Hucurât 49/13) Esmâ-i hüsnâ ha­disinde de yer alan velî isminden başka Kur’an’da Allah’a nisbetdilen isimler­den biri de mevlâdır:
“Âllah’a sarılın. O sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22/78) Her iki kelime de “Birbirine yakın olmak, peşpeşe meydana gelmek” anlamındaki ve kökünden türemiş olup “Dost” mâ­nası ifade etmekle birlikte mevlâda ay­rıca “Efendi, seyyid” anlamı vardır. Bu sebeple Kur’an’da velî hem Allah’a hem kula nisbet edildiği halde mevlâ sadece Allah’a izafe edilmiştir. Buna göre Kur’an terminolojisinde mümin Allah’ın dostu, Allah ise müminin hem dostu, hem de efendisidir. Taşıdıkları temel mânaya göre mevta veya velî, aralarına yabancı hiçbir şeyin giremeyeceği (su sızmayacağı) iki dost için kullanılmış olur. Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan mümini Allah’ın, O’nu da mü­minin dostu ilân ederken diğer taraf­tan Hz. Peygamber’e davetinin hedefi olarak “Yakınlık içinde sevgi’yi esas al­masını emretmiştir. (Şûrâ 42/23) İs­lâm’daki Allah inancının bu özelliğini farkedebilen L. Gardet gibi yazarlar, Hz. Muhammed’in telkin ettiği tanrının ha­yır sahibi, bolluk veren ve elçisi vasıta­sıyla insanları irşad eden bir tanrı oldu­ğunu ifade etmişlerdir. Yine O esirge­yen, bağışlayan, affedendir. Kuldan istenense O’nun dostluğuna inanıp teslim olmaktır.

İnsan ruhunun yücelişi en büyük ya­ratıcı ile sevgi münasebeti kurmak yo­luyla gerçekleşecektir. Ancak muhabbe­tin yanında dinî hayatın takva yönü de vardır. Bilindiği gibi takva vikaye kökün­den türemiş olup “Sakınma, korunma” anlamına gelir. Râgıb el-İsfahâni’nin de kaydettiği üzere takvanın asıl mânası “Endişe edilen şeyden nefsi korumaktır” Takva mefhu­munun Allah’a nisbet edilmesi (itteku’l-lâh vb.), hiçbir zaman bizzat korkunç ve tehlikeli bir şeyden korkmak anlamına gelmez. Böyle olsaydı takva sahiplerinin O’na en yakın olan değil, O’ndan en uzak bulunanlar olması gerekirdi. O halde tak­va, Allah sevgisine engel olacak şeyler­den nefsi korumaktan ibarettir. Buna göre takva Allah ile kul arasında sevgi ve dostluğun (muhabbet, velayet) oluşma­sı ve devam etmesi esasına bağlıdır. Ni­tekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah müttakilerin dostudur” (Câsiye 45/19) ve “O’nun dostları sadece müttakilerdir, fakat insanların çoğu bunu bilmez” (Enfâl 8/34) denilmektedir. Yûnus sûre­sinde (10/62-64), İman ve takva sahibi diye nitelendirilen Allah dostları (evliya) İçin korku ve üzüntünün bahis konusu olmadığı, dünya hayatında da âhirette de müjdeye ve sevince onların hak ka­zandığı ifade edilmiştir. Fussılet sûre­sinde de (41/30-31) iman ve istikamet sahibi olanlar için benzer ifadeler kulla­nılmakta ve meleklerin hem dünyada hem de âhirette kendilerinin dostu ol­duğu haber verilmektedir. Bütün bun­lar İslâm literatüründeki takva terimi­nin korkudan çok saygıyı ifade ettiğini göstermektedir.

  • Allah İslam Hat Sanatında Allah Lafzı Kullanımı
  • Allah, Türk Dini Musikisinde Allah İsmi Kullanımı
  • Allah, Türk-İslam Edebiyatında Allah İsmi Kullanımı
  • Allah Varlığı, Birliği, İsimleri, Sıfatları Literatürü Hakkında Bilgi
  • Allah’ın Sıfatları, Tenzihi, Subuti, Fiili Sıfatları
  • Allah Varlığı Delilleri, Hudus, İmkan, Nizam, Fıtrat Delilleri, Tasavvuf Metodu
  • Dinlerde Tanrı İnancı, Çin, Hint, Eski Mısır, Yunan, Türk, Zerdüşt, Araplarda
  • Allah Nedir, Ne Demek, Ne Anlama Gelir, Etimolojisi
  • Allah’ın Birliğine İnanmak, Allah’ın Birliğinin Delilleri, Hakkında Bilgi

Diyanet İslam Ansiklopedisi