İslam Tarihi

Allah: İsimleri, Ulûhuyyeti -1 (İslam Kavramları)

Allah lafz-ı celali bütün ilahî sıfatları kendisinde toplayan Zat’a delâlet eden alem-i mahsus, yani özel isimdir. Diğer bütün Esma-i Hüsna, Allah lafzına isnad edilerek, mesela: “Allah Rahimdir”, “Rahîm, Allah’ın sıfatıdır”, “Allah rahmet eder” denir. Fakat “Allah, Rahîmin sıfatıdır” denilmez. Allah ismi, Kur’an-ı Kerim’de 2697 defa geçer. Bu kutlu ismin etimolojisi ve geçirdiği tarihî tekamül konusunda çok şey söylenmiştir. Bu konuda ileri sürülen görüşlerden hiçbiri, az ya da çok kuvvetli bir ihtimal ve teklif olmaktan öteye geçemez. Bu ihtimaller otuzdan fazladır. Birçok alime göre bu kelime müştak (türemiş) değildir, alem-i murteceldir, ilk vaz ile, gerçek Tanrı’ya işaret eden ism-i alemdir. Müştak olmasında engel görmeyenler arasında en çok taraftar toplayan fikre göre bu lafzın aslı, “ma’bûd, tanrı” anlamına gelen ilâh kelimesinin marife şekli olan el-ilahtır. Buna göre Allah, belirli olan gerçek tanrı demek olur. Çok kullanmak ve tek olmak itibariy le, artık ilah denilince hatıra O geldiğinde, idğam yapılarak “Allah” denilmiştir. Sîbeveyh, Taberî, Zemahşerî, Cevheri, Beydavî bu görüşte olanlardandır.

Dil bakımından lafz-ı celalin bazı istisnaî özellikleri vardır. Bu ismin çoğulu (tesniyesi veya cemi) yoktur. Tenvin kabul etmez. Alem olduğu halde munsanftır. İlk harfi olan hemze elifin, ne vasi, ne kat’ hemzesi olduğu söylenemez. Zira birçok durumda (mesela: billahi, kâlellâhü) vasledildiği halde, mesela münada durumunda hemze düşmez (yâ AUahü denir). Oysa vasi sayılsaydı yebne ünone (Tâhâ, 94) kelimesinde olduğu gibi düşmesi gerekirdi. Bu Özellikleriyle, bu kutlu isim, dinî bakımdan olduğu gibi lisan bakımından da, “hak Mal)ûd”dan başkası hakkında asla kullanılmamıştır. Her halde bu hususiyete sahip tek kelime de budur.

Uluhiyyeti belirtmek için gerek Akad, Ugarit, Fenike dilleri gibi ölmüş ve gerekse Arapça, ibranca gibi yaşayan sami dillerde müşterek “el” lafzı, aynı zamanda, başlangıçtaki tevhîd tezinin doğruluğuna delil olmaktadır. Demek ki, çok uzun dönemlerde ve bu pek geniş coğrafyada yaşayan insanlar hak Tanrı’ya kulluk ediyorlardı. Cahiliyye Arapları gökleri ve yeri, kendilerini ve bütün canlıları yaratan, yağmuru indirip yeryüzünü canlandıranın Allah olduğunu kabul ediyorlardı. Fakat çok ötelerde düşündükleri bu Yüce Varlığı unutmuşlar, tapınmalarını Onun oğlu, kızı diye iddia ettikleri bazı tanrılara yöneltmişlerdi. Bunlar O’nun katında şefaatçi olacaklarına ina­nıyorlar, Allah Teâlayı ancak bir felaket sırasında hatırlıyorlardı.

İnsanlar, hemcinsler arasındaki karışıklığı önlemek için birbirlerine özel isim verirler. Halbuki gerçek Tanrı tektir, böyle olunca İsim bulunması doğru olur mu?” diye düşünen filozoflar bulunabilir. Fakat beşerî vakıaya göre isim, sadece hemcinsler­den ayırd eden basit bir etiket olmayıp, aynı zamanda, varlığı ve şahsiyeti tamamlayan bir unsurdur. Adı olmayan, yok hükmündedir. Ancak var olanın adı sanı anılır. İşte bu­nun içindir ki Tanrı, benzeri bulunmasa da özel ad taşır. Kaldı ki isim, objeye tekabül edip onu izhar eder. İnsanlar arasındaki ortak anlayışa göre, bir şahsın Özü, onun adında temerküz eder, adsız adam adeta varlıktan da mahrum sayılır. Keza insanlar, bütün varlıklarıyla yöneldikleri Rab Teâla’ya niyaz ve nida ederken, O’na hitab ederken kullanacakları birtakım isimlerin bulunmasında zaruret vardır.

İşte bu sırdandır ki, Allah Teala adının kutsal ve yüce olduğunu bildirir (Rahman sûresi, 78). Adım yüce tutmayı (Vakıa, 74; Hakka, 52), adının anılmasını (İnsan, 25) ister. Öyle ki, bazan ismin medlulü belli olduğu için Allah, “isminin teşbih edilmesi”ni emreder (Hakka, 52; A’lâ, 1). Demek ki, Tanrı’nın ismi olmadığı takdirde insan, Uluhiyyetle münasebet kurmakta ve münasebetlerini düzenlemekte büyük zorluklar çekerdi. Zira insan, varlığı isimde görüp, isimle ifade etmeye alışkındır. İsim, varlığın tescilidir. Yalnız şu var ki, isim ile “tesmiye”yi birbirinden ayırd etmek lâzımdır. Önemli olan, varlığa delalet eden adın bulunmasıdır, yoksa lafız değildir. Burada isim müsemmanın aynı mıdır, gayrı mıdır? meselesine girmeyeceğiz. Yalnız şunu diyeceğiz ki isimden maksad lafız olursa, isim müsemmadan başkadır ve nitekim Uluhiyyetin ismi de milletlere ve dönemlere göre değişik durum gösterir. Oysa müsemma böyle değildir, değişemez. Şayet isimden maksad, bir şeyin zatı ise, o takdirde isim müsemmanın aynıdır.

Esmay-ı Hüsna (Allah’ın güzel isimleri)

Allah Teala’nın varlığı en bariz bir tarzda tezahür ettiğinden O, Zatını bu tezahürü ifade eden birçok isimle anmıştır. Allah’ın zatı, sıfatlan; sıfatlan ise isimleri vasıtasıyla bilinir. Bütün kâinat Allah’ın isimlerinin tecellilerinden ibarettir. İsimler ise, aslında birtakım ilahî vasıflardan ibarettir. Nitekim Allah’ı zat olarak kabul eden her din, O’nu tanıtmak için, çok sayıda aklî yüklemlere, yani vasuflara başvurmuştur ve bunlar gerçeğe tekabül ederler, sembolik ifadeler değildirler.Mesela “Allah rahimdir”, “Allah kadirdir”, “Allah hakimdir”, “Allah affedicidir” demek gibi. Bu isimlerden Kur’an-ı Kerim’de zikredilenler takriben yüz kadardır. Hadis-i şerifte, Allah Teala’nın 99 ismi­ni zikredenin Cennete gireceği bildirilmiştir. Fakat Tirmizî’nin Sünen’inde, bu hadis-i şerifin devamında sıralanan 99 esmay-ı hüsna, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözünden değildir, müdrectir, yani bu 99 ismi başta Kur’an-ı Kerim’den tesbit etmeye çalışan bir ravinin derlemesidir. Rahman, Rahim (çok merhametli), Kerîm (çok iyi, cömert ve âlicenab), Azîz (mutlak kudret ve galebe sahibi), Hamîd (her hali övülmeye layık, bütün m ah lu kalça övülüp şükredilen), Tevvab (tevbeleri kabul edip kullarının günahlarını silen), Kuddûs (her türlü kir ve kusurdan uzak, münezzeh, kutsal, mahlukatça takdis edilen), Selam (arızalardan salim olup mahluklarına esenlik, selamet veren), Semt (işiten), Basîr (gören), Vedûd (kullannı seven ve onlar tarafından sevilen), Alîm (her şeyi bilen) isimleri, esmay-ı hüsnadan bazılarıdır. Pek geniş tefsire müsait olan bu kutlu isimlerin müslümanların ibadet, tefekkür ve ahlakî hayatlarında büyük önemi olup, birçok alim tarafından müstakil eserlerle şerhedilmişlerdir.

Allah Teala’nın Esma-i Hüsnâ’sı çeşitli şekillerde tasnife tabi tutulmuştur. Bazı kelam alimlerinin sınıflandırması şöyledir:

1-O’nun varlığına delalet eden isimler: Zat, Şey, Nefs gibi (Maide, 116 ve En’âm,).

2-Varlığın keyfiyetine delalet eden isimler: Bakî, Dâim gibi.

3-Hakikî sıfatlara delalet eden isimler: Alîm, Kadîr, Hayy, Semî, Basîr gibi.

4- İzafi sıfatlarına delalet eden isimler: Evvel, Ahir, Zahir, Batın gibi.

5-Selbî sıfatlarına delalet eden isimler: Kuddûs, Selam gibi.

6- Allah Teala’nın fiillerinden alınan isimler: Hâlık, Rezzâk, Muhyî, Mümît, Rahîm gibi.

Allah’ın isimlerinden Kur’an-ı Kerim’de nass olarak bulunanlara iman etmek vacip, şahinliğine hükmedilen hadis-i şeriflerde bildirilen isimlere de iman etmek, aynı şekilde vaciptir. Bu mertebeye erişmeyen isimleri zikretmek doğru değildir.

Esma-i Hüsna’dan her biri, Zat’a ve kendisinden müştak olduğu sıfata birlikte olarak, mutabakat suretiyle delalet ettiği gibi, tazammun ve lüzumdan ibaret öbür iki delalet çeşidiyle de Allah Teala’ya delalet ederler. Mesela es-Semî ismi Allah’ın Zatı’na ve işitmesine mutabakat, sadece Zatı’na veya sadece işitmesine tazammun, Hayy ismine ve hayat sıfatına ise lüzum suretiyle delalet eder. Ulûhiyyetin en has ismi olan “Allah” lafz-ı celali ise, onların hepsine ve en mükemmel şekliyle bütün gereklerine, keza bütün zıtlarından uzak ve münez­zeh olduğuna delalet eder.

Allah’ın isimlerinin çokluğu, O’nun fiillerinin çokluğunu anlamamızı kolaylaştırır. Uluhiyyetin muhtevasına sınırsızlık verir. O’nu kısıtlayıcı, dar anlayışlardan kurtarır. Özellikle, birbirinin zıddı olan isimler (unutulmamalıdır ki, mütenakız demiyoruz, zira mütenakız ile zıd kavramları başka şeylerdir), Uluhiyyeti sınırlamak eğilimi taşıyan anlayışlara etkili birer engel olurlar. Kimisi O’nu sadece Zahir olarak görmek ister. Öyledir amma, Allah Bâtın’dır aynı zamanda. Kimisi sırf Hakîm, kimisi sırf Kadîr, kimisi sırf Rahim olarak bilmek ister. Bunların hepsi de tek tek doğrudur. Fakat O’nun bunlardan farklı, hatta bazan zıd vasıflan da vardır (Azız, Afüvv, Ğafûr, Şedidul-îkab gibi). Böylece beşeri idrakimizle dahi anlarız ki, Ulûhiyyet sıfat ve fiilleri ile bile insan anlayışı tarafından ihata edilemez.

Allah Teala’nın isimleri tevkifidir yani ayet veya hadislerde varid olması gerekir, kıyas yoluyla sabit olmaz. Bununla beraber çeşitli dillerde Ulûhiyyete işaret eden ism-i alemler (özel isimler) böyle değildir, onları ıtlak etmekte ihtilaf yoktur. Diğer bir görüşe göre, Allah Teala’nın münezzehliğine aykırı olmayan, O’nun sıfatlarına layık olan herhangi bir lafzı ıtlak etmek caizdir. Birinci görüşe göre, Allah hakkında layık olmayan manayı belirleme insan anlayışına bırakılmadığı halde, ikincisine göre insanlara da bu yetki verilmektedir. Bunlardan birincisi, daha ihtiyatlı olan yoldur. İmam Gazzali bu hususta isim ile vasfı ayırd eder. Ona

göre isim verme, Dinin iznine bağlıdır. Buna karşılık, Allah Teala hakkında yalan olmayan doğru vasıflar öyle değildir. Mesela Kur’an-ı Kerim’de geçmese de Mevcâd, Kadîm vasıflan kullanılabilir. Fakat alîm ile arif aynı manaya da gelse, sadece birincisi kullanılabilir, zira arif ismi dini naslarda varid olmamıştır.

Uluhiyyette Bulunan Müteşabih Özellikler

Ayet-i kerime ve hadis-i şerifler Allah Teala’yı çeşitli vasıflarla tanıtmışlardır. Bunların çoğu isbat tarzında olup, selbî va­sıflar çok daha az kullanılmışlardır. Yani Uluhiyyetin mahiyetinin ne olmadığını bildirmekten ziyade, ne olduğu bildirilmiştir. Bu da, insanlarda bulunan bazı sıfatlarla Allah’ın tavsif edilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Bazı filozofların ve Mutezili temayülde olanların arzu ettikleri gibi sadece selbî yönden tanıtma olsa, “Allah’ın mekanı yoktur, hiçbir yerde değildir, görünmez, sıfatları yoktur, hiçbir surette hiçbir şeye benzemez, asla tasavvur bile edilemez vb.” denilse, bu tanıtma olmazdı. Halbuki insan aklı, var olanı birtakım sıfatlarla tanıyabilir Var olan, işiten, gören, irade eden, cezalandıran, seven, affeden gibi.

Kur’an Uluhiyyeti tanıtırken ta’tîlsiz tenzih yolunu tutmuştur, yani O’nu böylesi sıfatlardan soyutlamaksızın tanıtıp tenzih etmiştir. Buna mukabil Mutezile, ta’Üle, yani O’nun sıfatlarını kabul etmemeye gitmiştir. Bu mesele islâm düşünce tarihinde uzun münakaşalara yol açmış, teşekkül eden Kelam ilminin başlıca konularından olmuştur. Burası o tartışmalara girmeye müsait değildir. Yalnız şunu diyeceğiz: İnsanlık arasında Allah’ı tanıma hususunda başlıca iki zıt temayül bulunmuştur: Birincisi, bilinen birtakım durumlarla O’nu tanıyabilen isbat yönü veya vücudî yön; ötekisi ise tenzih ve tecrîd ederek tanımak isteyen selbî yön. Kur’an-ı Kerim’in tanıtma usûlü, isbat yönüne ağırlık vermekle beraber, selbî yönü de ihmal etmemiştir. Böylece insan fıtratına uygun tanıtma şeklinin, tek başına bu iki yönden hiç birinde olmayıp, bu iki zıddın birlikte olarak ahenk içinde bir bütün teşkil etmesinde olduğunu göstermiştir. Bu konuda en karakteristik olduğunu söyleyebileceğimiz şu bir tek ayetle, Kur’an, insan idrâkinin Allah hakkında düşünebileceği en ideal, en ileri bir marifeti özetlemiştir: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işiten, görendir” (Şura, 11). Burada birinci kısım selb, ikinci kısım isbattır. Allah Teala’yı en güzel tanıtan metinlerden biri olan Ihlas sûresi ile Ayet’el-Kürsî aynı anda hem selb, hem isbat taraflarını ihtiva ederler. Kur’an’daki isbat unsurları, Ulûhiyyet hakkında insan düşüncesinde bir tasavvur verir. O’nu bildiğimiz birtakım varlık sıfatlarıyla tanıtır, fakat öbür taraftan gelen selb ve tenzih unsurları, bu tasavvuru buharlaştırır. O’nun münezzehiyetini ve mahdut, mahlûk ve fani idrakimize sığmayacağını bildirir. îşte, zahiren teşbih (antrophomorphisme) ifade eden, yani Allah Teala’yı mahluklara benzer vasıflarla nitelendiren (gören, işiten, söyleyen, affeden, irade eden vb.), hatta O’na rıza, gazap, arş üzerine istiva (yerleşme), yed (el) izafe eden müteşabih ayetleri anlamaktan istikametten ayrılmamak gerekir. O da vahyin Allah’a izafe ettiği sıfatları inkar etmemekle beraber Allah’ı, herhangi bir hususta mahluklara benzetmekten tenzih etmektir. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat’ın bu tutumunu, büyük bir otorite olan İmam Ebu Mansûr el-Maturîdî’nin, aşağıda nakledeceğimiz metni ile noktalamak istiyoruz. O, Arş üzerine istiva konusunda muhtemel birçok tevil ve izahları (ezcümle: ulüvv (yücelik), mülk (hakimiyyet), Arş’ı tazim ve teşrif etme, istila, kasd, tamam ve kemal ifadesi) sıraladıktan sonra kendi tutumunu şöyle ifade eder: “Bize göre aslolan şudur: O’nun benzeri bir şey yoktur. O, işiten, görendir” (Şûra, 11) ayetiyle Allah, yaratıklarına benzemediğini açıklar. Nitekim biz de O’nun fiillerinde ve sıfatlarında benzeri olmadığını bildirmiştik. Bundan ötürü, “Rahman Arş üzerine istiva etti” (Tâhâ, 5) ayetini, vahyin getirdiği ve akılda sabit olduğu gibi kabul etmemiz gerekir.

Öbür yandan, zikretmiş olduğumuz şeyler (ihtimaller) içinden bir başkasının muhtemel olması veya mahluklarına benzemesine meydan vermediği halde, bize ulaşma­yan başka ihtimallerin de mümkün olması sebebiyle her hangi bir muayyen ihtimalin onun tevili (izahı) olduğu hakkında kesin olarak hüküm vermeyiz. Allah’ın o tabirle kasd ettiği ne ise, ona iman ederiz. Vahiyle sabit olan rü’yetüllah vb. konularda da inancımız budur. Allah hakkında benzeyişi nefyetmek ve herhangi bir tevili (ayin etmeksizin, O’nun muradına iman etmek vaciptir. Tevfik Allah’dandır” (el-Mâtürîdî, Kitabu’t-Tevhîd, Nşr. Fethullah Hulayf, Beyrut, 1970, s. 74).

Allah: Selbi, Subuti, Fiili Sıfatları (2)
Allah: Varlığının Delilleri (3)

Suat YILDIRIM – SBA