Felsefeciler

Albert Camus (Filozoflar ve Biyografileri)

filozof/camus1″ 268″ 226″ Albert Camus

 

(7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960), Fransız bir yazar ve filozoftur.

Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir “varoluşçu” ya da “absürdist” olarak tanımlamaz. 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak, Rudyard Kipling’den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur.Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.Bir söylentiye göre de kazayla ölmemiş,kendini arabanın önüne atmıştır.

Hayatı

20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus’nün babası bir Alsaslı, annesi ise İspanyol’du. I. Dünya Savaşı sırasında, 1914’te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923’te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi’ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930’da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936’da tamamlayabildi.

1934’te Fransız Komünist Partisi’ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya’da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934’te Simone Hie’yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus’yle evlilikleri, Simone’nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935’de “İşçinin Tiyatrosu”nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939’da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.

1940’ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945’te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz “Sahte Savaş” olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı’nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris’in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941’de, komünist gazeteci Gabriel Péri’nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux’ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan “Yabancı” ve “Sisifos Söylencesi”ni tamamladı. Camus, Bordeaux’yu 1942’de terkedip Cezayir’in Oran şehrine gitti ve ardından Paris’e döndü.
Edebiyat kariyeri

Camus II. Dünya Savaşı sırasında Naziler’e karşı oluşmuş Fransız Direnişi’ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak “Combat” adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943’te gazetenin editörü oldu; fakat 1947’de “Combat” ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.

Savaştan sonra, Sartre ve de Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain’deki Café de Flore’u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika’yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre’dan da uzaklaştırdı.

Camus, 1949’da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve “Başkaldıran İnsan”ı yayımladı. Bu kitap, Fransa’daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre’la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus’yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.

Camus, 1950ler’de kendini insan haklarına adadı. 1952’de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya’yı üye olarak kabul edince UNESCO’daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.

filozof/camus2- Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954’te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan “siyah ayak”tı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika’da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği’nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir’in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyor; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar’la “siyah ayak”ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirlilerin kurtulması için gizlice çalıştı.

Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız “L’Express” dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Nobel ödülünü aldıktan sonra büsbütün genişleyen ünü, onu XX. yüzyıl dünya edebiyatının başköşesine yerleştirdi. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan “Düşüş” için değil, idam cezasına karşı yazdığı “Réflexions Sur la Guillotine” makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu. Fakat daha sonra Cezayir’de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Camus`ye göre “saçma”

Camus’nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan “absürt” fikridir. Filozof bu felsefesini “Sisifos Söylencesi”nde açıklayıp “Yabancı” ve “Veba” gibi romanlarında da işlemiştir.

Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan “Absürdizm” (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus “saçma”`nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.

Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak “Absürt”`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.
Varoluşuluk ve absürdizm hakkındaki görüşleri

Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar: “Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.

Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:

“Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söylencesi`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle “tabula rasa” yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım.”

Camus ve futbol

Camus`yle birlikte anılan ve sık sık gönderme yapılan konulardan biri de kaleciliğidir.Bir süre Cezayir Üniversitesi genç takım kaleciliği yapmıştır ve maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. Bir seferinde arkadaşı Charles Poncet “tiyatroyu mu yoksa futbolu mu” tercih edeceğini sorduğunda, “Tereddütsüz futbol” cevabını vermiştir. . Tüberküloza yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. 1950`li yıllarda bir spor dergisine futbol hakkında bir yazı yazması rica edilince şöyle demiştir:
« Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum. »

Camus, dini ve politik insanların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını böylece aslında basit olan şeylerin olduğundan daha komplike göründüğünü söyler. İnsanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir.

 


Albert Camus (1913-1960) Yarı yazın sayan felsefı içerikleriyle dikkat çeken kitaplarında, yaşadığı dönemin bir tür ahlâksal vicdanı ya da törel bilinci olarak yazan Cezayir doğumlu Fransız varoluşçu düşünür, romancı, denemeci, gazeteci, oyun yazarı. Cezayir’deki yoksul bir işçi sınıfı çevresinde doğup büyüyen Camus, özellikle gazeteciliğe başladıktan sonra, Fransız aydınları arasında “Cezayir Sorunu” üstüne bu denli yoğun kafa yoran ilk düşünür olarak anılmaya başlanmıştır.
Yapıtlarında dinsel gelenekle giderek daha amansız bir savaşını içine giren dünyevileşme çağının deneyimlerini söylenbilgiselleştirerek, en azından geçici bir süreliğine çağdaş Avrupa’da esamesi okunmayan bengisel değerlerin yardımı olmaksızın yaşamaktan, en önemlisi de yaratmaktan başka bir çıkar yolu olmayan insanın çaresizliğini dramatik bir dille öykülemektedir. Daha ilk bakışta Camus’nün düşüncelerinin yaşamı boyunca yaşadıklarınca belirlendiği görülmektedir. Cezayirli yoksul bir işçi ailesinin oğlu olarak, Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu toplumsal etnik bir kültürden koparak geldiği Fransa’da, tam bir dışlanmışlık sınırında Batı uygarlığıyla karşılaşmıştır. Fransız sömürgesi konumundaki bir ülkeden gelen bir kişi olarak Fransa’da travmayı aratmayacak denli ağır şeyler yaşamış olsa da, bir yanda kültürel yaratılarının parlaklığına hayranlık duyarken, öbür yanda insanlıkdışı uygulamalarına tiksintiyle bakıyor olması, Avrupa uygarlığına yönelik ikircikli bit tu tum içinde olduğunu göstermektedir. Camus daha on yedi yaşındayken, giderek artan sınıf duyarlılığına eklenen insanın sonlu olduğuna yönelik farkındalığın da etkisiyle ağır bir verem geçirerek son anda ölümden dönmüştür. Bu bağlamda bir an önce düşüncelerini yazıya alarak ölmeden önce yapıdann.ı ortaya koyma kaygısı en başından beri çalışmalarında son derece egemen bir konumdadır.
Camus, L’Étranger (Yabancı, 1942), La Pes (Veba, 1947), L’homme Revolté (Başkaldıran İnsan, 1951), and La Chute (Düşüş, 1956) başlıklı romanı can sıkıntısından yalnızlığa, ölüm korkusundan yaşamın anlamsızlığına değişik varoluşçu izlekler doğrultusunda varoluşçu felsefenin pratik sonuçlarını araştırmıştır. Başkaldıran İnsan’da dönemin tiranlık derecesine varan komünist anlayışına getirdiği ağır eleştiriler, çok geçmeden Fransız siyasal soluyla yakın ilişkisinin çözülmesine yol açtığı gibi Sartre ile ilişkisinin de bütünüyle kopması sonucunu doğurmuştur. Buna karşı, faşizm ile Mc Carthycilik üzerine yaptığı keskin eleştirilerse sayıları az da olsa sağ yönelimli düşünürler arasında oldukça değerli bulunmuştur. Camus 1957 yılında dönemin insanının yaşadığı vicdan sorunlarına düşürdüğü aydınlıktan ötürü Nobel Edebiyat ödülü almış , bundan üç yıl sonra da bir otomobil kazasında yaşamını yitirmiştir.