Din ve Toplum

Akıl ve Akılcılık

Akıl ve Akılcılık

  1. yüzyıla damgasını vuran Aydınlanma Çağı’na kadar, Roma’nın da kutsadığı çe­şitli kısa süreli devletler veya Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu gibi siyasi olu­şumlar, Yüzyıl Savaşları gibi feodal güçlerle hanedanlık güçleri arasında, Otuzyıl Savaşları gibi mezhepler arasında savaşlar yaşayan; Haçlı seferleri ile 15. ve 16. yüzyıllarda yeni ticaret yollarının bulunmasıyla dışa açılan ve kolonileşme hamle­lerine girişen; Amerikan ve Fransa devrimleriyle yeni siyasal modeller edinmeye başlayan Avrupa’da bir yandan bu ve benzeri gelişmelerin etkisiyle ve diğer yan­dan da Protestanlığın yol açtığı şekillenmelerle yeni fikirler gelişmeye başladı. Modern çağın başlangıcını teşkil eden bu dönemde, toplumsal birliğin nasıl ve hangi temeller üzerinde sağlanacağı konusu önplana çıkıyordu. Bir yandan feo­dal dönemde dağınık bir yapı sergileyen toplum yekpareleşmeye başladı ve diğer yandan da siyasal birliğin sağlanması için uzun ve meşakkatli arayışlar gündeme geldi.

Bu araçları bir arada toplayabilecek ve Avrupa’nın zihniyet dünyasını şekillen­direcek çabalardan birisi, kısaca değindiğimiz sekülerleşmenin gerçekleşmesi ise bir diğeri de akıl ile akılcılaşmaya verilen önemdi. Akılcılaşma, toplumun kendisi­ni seküler bir düzeyde yeniden örgütlemesinden bireyselleşmeye, devlet ve bürok­rasi gibi siyasi oluşumlara niteliğini veren kanun ve kuralların standartlaştırmasın­dan ekonomik faaliyetlerin çıkar amaçlı örgütlenmesinin vasıtalarına kadar her alanda, yavaş yavaş kendisini hissettirdi. Bunun yanında tarihten insan iradesinin kullanımına ahlakın temellenmesinden tabiat algısına kadar bir çok düşünsel çaba­lara da sirayet etti.

Akıl ve Akılcılığın Aydınlanma Dönemi’nden başlayan uzun bir tarihi var. Akıl ve akılcılık bir yandan devletin, yani siyasi örgütlenmenin ve diğer yandan da top­lumun, yani sivil hayatın, farklı farklı yollar ve farklı farklı amaçlarla da olsa yapı­sına sirayet etti. Her ne kadar ideal bir “akıl” tanımı (yani, felsefe) ile pratikteki ne­ticeleri arasında büyük boşluklar ve uyuşmazlıklar olsa da akıl ile Aydınlanmacı fi­kirler, modern devletin uygulamalarıyla içiçe geçtiği ve modern devletin yapılan­masında etkili oldu. Her şeyden önce, modern devlet, aklın yasalarıyla uyumlu, düzenli bir toplum; yani, kendi yapılanması için sorun teşkil etmeyecek bir toplum peşindeydi ve bunu da Aydınlanmacı düşünürlerin akla biçtikleri statüden aldığı destekle yaptı. Örneğin ünlü Alman filozof Hegel, Fransız Devrimi’ni aklın mutlak- laştırılması olarak selamladı. Ayrıca, bütün nesnel olguların, aklın gerçekleşmesi olarak görülmesi gerektiğine dair düşüncesiyle, bütün bir tarihi, aklın dolaysız bir ürünü olarak değerlendirdi. Bunun nedeni, nesnel düzende akılcı bir örgütlenme olmazsa aklın bu nesnel düzeni yönetemeyeceğine duyduğu inançtı. Bu tür dü­şünceler de aslında Hristiyanlığın Batı Avrupa’da sentezlediği unsurlarla teşekkül ettirdiği unsurların sekülerleştirilmesi neticesinde doğuyordu.

Aynı akılcı okuma, yalnızca dünya üzerindeki nesnel süreçlerin değil, dünya halklarının da akılcı okumaya binaen değerlendirilmesinin ve kategorize edilmesi­ni de doğurdu.

  1. yüzyılın başlarında Max Weber’in sorduğu soru, bu durumun bir neticesiy- di aslında: “Modern Avrupa kültür dünyasının bir çocuğu, aşağıdaki sorunun or­taya attığı perspektifi kullanarak, kaçınılmaz ve meşru bir biçimde evrensel tarih sorunları üzerinde duracaktır: Hangi şartlar zinciri, evrensel öneme ve geçerliliğe sahip bir gelişme çizgisine haiz olarak -ya da, en azından, böyle bir gelişme çizgi­sine haiz olduğunu umabileceğimiz- kültürel olguların tam olarak Batı’da ve yal­nızca Batı’da ortaya çıkmasına yol açtı?”

Weber, bu soruyla sadece diğer kültürler yanında başka bir kültürün ortaya çı­kışından bahsetmez; bu kültürün kendisini diğer kültürlerden farklı kıldığından da bahseder. Dolayısıyla bu kültür biriciktir. Bunun nedenleri üzerinde duran Weber, Batı’ya hususiyetini veren unsurları diğer kültürlerden unsurlarla kıyaslamaya giri­şir. Bunların başında bilim gelir: Weber, geçerli sayıldığı biçimiyle bilimin yalnızca Batı’da ortaya çıktığını belirtmektedir. Batı’da bilime meşruiyetini veren şey, onun deneysel yönteme dayalı olarak işlevde bulunması değildir yalnızca çünkü dünya­nın başka yerlerinde de belirli bir eksikliği olmasına rağmen, hayli incelikli bilme ve gözlem yapma teknikleri gelişmiştir. Batı biliminin akılçı bir temelde gelişmiş olmasıdır.

Weber, hukuk için de aynı şeyi söyler. Yakın Doğu ve Hindistan’da yazılı hu­kuk ve kapsayıcı hukuk çalışmaları bulunmaktadır fakat bunlar, Batı hukukunun keskin ayrımlarından ve sağlam düşünce tarzlarından yoksundur. Ayrıca yasaya dayalı bir hukuk sitemi yalnızca Batı’da ortaya çıkmıştır.
Modern hayatın kaderini en derinden etkileyen kapitalizm de tamamıyla Batı kaynaklıdır. fakat kapitalizm, daha fazla kâr etme arzusu, mümkün olan en fazla refaha ulaşma çabası değildir yalnızca; bunlar da başka kültürlerde vardır. Weber’e göre Batı’daki ekonomik faaliyeti belirgin kılan husus, kar amacının belirli bir akıl­cı örgütlenme temelinde gerçekleşmiş olmasıdır. Bunun yanı sıra, Batı’da üretimi gerçekleştiren emek de özgürleşmiştir.Sanat için de aynı şey söylenebilir: Müzikten mimariye kadar bütün sanat dal­larında, dünyanın başka yerlerinde de belirli gelişmeler olmuşsa da Batı’da ortaya çıkan gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde, belirli tarz ve üslupların yalnızca Batı’da ortaya çıktığını görmek zor değildir. Bu farklılıklar alanı, basılı eserlerden üniversiteye kadar bütün bilimsel ve sanatsal faaliyetin uzantılarının örgütlenme biçimlerine yayılabilir. Bunun dışında Batı’da, Batı dışında görülmeyen bir farklılık olarak iş bölümü açısından farklı görevlere sahip uzmanlaşmış kadroların ortaya çıkmış olması, dikkat çekicidir. Siyasal, teknik ve ekonomik alanlar gibi farklı ha­yat alanlarının bu tür bürokratik görevliler örgütü tarafından örgütlemesi, toplum­
sal hayatın gündelik işlerinin dahi bu tür görevliler tarafından yürütülmesi ve da­hası hukuk eğitimi görmüş bir devlet görevliler ordusunun ortaya çıkması, yalnız­ca Batı’ya özgü bir olgudur.

Dolayısıyla, yukarıda saydığımız gelişmelerin hiçbirisi tek başına ya da toplu olarak Batı’daki “kültürel gelişmeler”in, “meşru” ve “kaçınılmaz” olması yanında “evrensel” olarak sunulmasını açıklamaya yetmez. Bu özellikleri Batı toplumlarına kazandıran şey, akılcılaşmadır.

Yine de rasyonelleşmeyi Batı’ya “meşru”, “kaçınılmaz” ve ” evrensel” bir kültü­rel gelişme çizgisini kazandıran bir husus olarak belirlemek yeterli görünmez We- ber’e. Çünkü belirli rasyonelleşme tarzları başka yerlerde de mevcuttur. Mesela Çinliler, rasyonelleşmeden, dünyaya akılcı yönden uyum sağlamayı, ona akılcı bir bakışla bakmayı anlamaktadırlar. Ancak Çin gibi diğer kültürlerde görülen bu ras­yonelleşme, dünyaya uyum sağlamak içindir. Kısacası, Batı akılcılığı diğer kültür­lerin akılcılığından ayrıştıran husus, onun toplumsal bir düzlemde tanımlanması ve bu yolla kültür dünyasını oluşturmasıdır. Weber, bu anlamıyla akılcılaşmayı, akla uygun (rasyonel) karar vermeye tabi alanların artması olarak tanımlar. Akılcılaşma, akla uygun bir toplumsallaşmadır.

Aklın tarihiyle birlikte değerlendirildiğinde, bu rasyonelleşme, iki süreci ifade eder. Weber bu süreçlerden birincisi olarak dünyanın büyülerden arındırılmasını zikreder. Diğer dünya görüşlerinin tekmerkezli ve belirli bir bütünlük oluşturan kültürlerinin tersine, Batı’daki akılcılaşma, dünyayı artık merkezî olmayan bir bi­çimde algılamaktadır. Her biri kendi iç mantığına sahip olan bilim, sanat, hukuk gibi değer alanları içeren bir çerçeveler çoğulluğuyla bakılmaktadır artık dünyaya. Bu sekülerleşmenin başka bir ifadesidir.

Akılcılaşmanm ikinci sonucu ise toplumsallaşmanın ürettiği değerler ile bire­yin kendisi için belirlediği değerler arasında bir uyuşmazlığın ortaya çıkmasına yol açmasıdır. Weber, toplumsallaşmanın ürettiği değerleri geri dönüşü olmayan bir süreç olarak tanımlar ve buna “demir kafes” adını verir. Rasyonel karar verme açısından üretilmiş toplumsallaşma, bireyin rasyonel olmayan doğasını, yani arzu­larını, sevgilerini, tutkularını baskı altına almaktadır. Gerçi bu baskı altına alınmış duygular için de rasyonel olarak düşünülmüş belirli boşalım yolları bulunabile­cektir belki de ama “şimdiye kadar insanlar tarafından … ciddiye alınmış dünya­nın büyüsünü yitirmiş olması, bu dünyaya yabancılaşmış” bireyin özgür ve özerk olduğu iddiası için handikaptır Weber’e göre. Nesnelleşmiş bir dünyada bireyin öznelliği, her türlü anlamdan soyutlanmış bir değerler alanına, kendi iradesi ve kararı ile bir anlam atfetmek durumunda kalmıştır. Aklın böldüğünü birey irade­siyle bütün hâline getirmekle yüzyüzedir. Birey için önceden belirlenmiş hiçbir anlam yoktur çünkü.