Abdullah-ı İlâhî (ö. 896/1491) Nakşibendiyye tarikatının Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına öncülük eden mutasavvıf, âlim ve şair.
Kütahya’nın Simav kasabasında doğdu. Molla İlâhî veya Abdullah Simâvî olarak da tanınır. İlk öğrenimine doğduğu yerde başladı. Daha sonra devrin ilim merkezi İstanbul’a giderek Zeyrek Medresesi’nde tahsiline devam etti. Kendisinden ders okuduğu Mevlânâ Ali et-Tüsî üe Horasan bölgesine gitti. Bir müddet sonra tasavvufa meyletti ve safilerle birlikte olmaya başladı. Tasavvufa olan meyli, kitaplarını satıp paralarını fakirlere dağıtacak derecede hayatını etkilemiştir. Semerkant’a gidip devrin en meşhur mutasavvıflarından Ubeydullah Ahrâr’a intisap etti. Seyrü sülûkünü tamamlayıp icazet aldıktan sonra Buhara’ya geçti. Bir yıl, yani dokuz erbain çıkarıncaya kadar Bahâeddin Nakşibend’in mezarının yanında ibadet ve tefekkür hayatı yaşadı. Bu manevî ilişki, onun Üveysi-meşrep bir sûfî olarak tanınmasına sebep oldu. Tekrar Semerkant’a dönen Abdullah-ı İlâhiye mürşidi, görev alanı olarak Anadolu’yu gösterdi. Simav’a dönerken uğradığı ilim merkezlerinde devrin âlim ve sûfileriyle görüşerek sohbetlerde bulundu. Bunların en önemlilerinden biri, Herafta görüştüğü Molla Câmî idi. Daha sonraki yıllarda halifesi Ahmed-i Buhâri’nin müridi Lâmiî Çelebi, Molla Câmi’nin meşhur eseri Nefehâtü’l-üns’ü Farsça’dan Türkçe’ye çevirecektir.
Abdullah-ı İlâhî Simav’a dönünce dergâhını kurarak Nakşibendîliği yaymaya başladı. Medrese ilimlerini de bildiği için çevresinde toplananların sayısı hızla arttı ve kısa sürede şöhreti İstanbul’a kadar yayıldı. Böylece Lâmii Çelebi’nin ifadesiyle. Tarîk-ı hâcegân âvâzesi vilâyet-i Rûm’a münteşir oldu”. Bir süre sonra İstanbul’a gelmesi teklif edildi. Ancak o, bu daveti ihtiyatla karşıladı. Fakat Fâtih Sultan Mehmed davetinde ısrar edince. Semerkand’tan kendisiyle beraber Anadolu’ya gelen müridi Emîr Ahmed-i Buhârryi İstanbul’a gönderdi. Emîr Buhârî, durumu Farsça bir beyitle üstü kapalı bir şekilde şeyhine bildirince İstanbul’a gitmeyi biraz daha geciktirdi. Nihayet Fâtih’in ölümünden sonra Manisalı Kazasker Çelebi Muhyiddin’in ısrarlı davetleri üzerine İstanbul’a gitmeye razı oldu. Çelebi’nin kendisi ve dervişleri için hazırladığı derviş hücrelerinde oturmayı reddedip artık metruk olan Zeyrek Medresesi’nde ikamet etmeye başladı. Kısa sürede büyük kalabalıklar etrafını sarınca daha sakin bir yer aramayı düşündü ve Evrenoszâde Ahmed Bey’in teklifini uygun bularak Selânik’e 40 km. uzaklıkta bulunan Vardar Yenicesi’ne gitti, Evrenoszâde’nin yaptırdığı hankaha yerleşti ve ölümüne kadar oradan ayrılmadı. Yenice’de halkı irşad etmeye devam ettiği biliniyorsa da Rumeli’de halife bıraktığına dair bir kayıt yoktur. Burada kaldığı süre içinde, mürid yetiştirmiş olmaktan çok, eser telif etmekle uğraşmış olmalıdır. Evliya Çelebi, Molla İlâhînin bölgedeki tesirlerinden ve Vardar Yenicesi’ndeki türbesinden uzun uzun bahsetmiş, Bursalı Mehmed Tâhir de türbeyi ziyaret ettiğini söylemiştir. Ancak daha sonraki yıllarda bu bölgeyi gezen sanat tarihçileri Semavi Eyice ve Ekrem Hakkı Ayverdi, türbe ile ilgili herhangi bir ize rastlayamamışlardır.
Abdullah-ı İlâhînin, hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Ahmed-i İlâhî adlı bir süfî ile çağdaş olması, bazı konuların birbirine karıştırılmasına sebep olmuştur. Şiirlerinde İlâhî mahlasını kullanan bu sûfîlerin ikisi de Nakşı ve Melâmî-meşreptir. Bu durum, eserlerinin birbirine nisbet edilmesinin yanı sıra, Fâtih’in İstanbul’a davet ettiği ve Ayasofya Camii’nde vaazlarını dinleyip sohbet ettiği İlâhînin kim olduğu meselesini de gündeme getirmiştir. Sadreddîn-i Konevfnin Milâhu’î-ğayb adlı eserinin sârini Ahmed-i İlâhî olduğu halde, Kâtip Çelebi’den beri (bk. Keşfü’z-zunün, II, 1768) bu şerh Abdullah-ı İlâhîye nisbet edilegelmiştir. Fâtih’in Ayasofya’da dinlediği ve bazı tasavvufî konuları kendisiyle soru-cevap şeklinde konuştuğu süfî de Abdullah-ı İlâhî de ğil, Ahmed-i İlâhîdir. İlâhî Divanı adıyla elimizde tek nüshası bulunan eser ise muhtemelen Ahmed-i İlâhîye aittir.
Abdullah-ı İlâhînin, eser ve sohbetle-riyle Osmanlı topraklarında yaymaya çalıştığı tasavvufî düşünce, sadece bağlı olduğu Nakşibendiyye açısından değil, genel tasavvuf düşüncesi ve tarikatlar tarihi açısından da Önemlidir. Onun özellikle Anadolu ve Rumeli bölgesinde vahdet-i vücûd düşüncesinin yaygınlık kazanmasında tesiri büyüktür. Şeyh Bedreddin’in Varidatının ilk şârihi olması da üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Şeyh Bedreddin olayından sonra Bedreddînîler diye tanınan taraftarları üzerinde devletin uyguladığı sert baskılara rağmen, Bedreddin’i bir arif olarak değerlendirmesi ve muarızlarının onu anlayamadıklarını iddia etmesi, kendisinin fikrî cesaretini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Dervişin “Kalenderî-sîret ve melâmî-sıfat” olması gerektiğini ileri süren Abdullah-ı İlâhî, mürid ve mürşidde bulunması icap eden özellikleri, Necmeddîn-i Dâye’nin Mirşâdü’l-Cibâd adlı eserinden naklederek açıklamıştır. Ona göre kişi, kâmil bir mürşide intisap ederek sülük ünü tamamlamalıdır. İnsanın manevî eksikliği kitap okumakla giderilemez. Ancak mürşid bulamayan kimse, Allah’a gerçekten teveccüh ederse O’nun inayeti, enbiya ve evliyanın yardımı ile de manen olgunlaşabilir. Bununla birlikte o, Üveysîlik diye adlandırılan bu yolla seyrü sülûkü tamamlamanın çok zor ve bunu başaranların sayısının çok az olduğu kanaatindedir. Ona göre insan ilk dinî bilgileri aldıktan sonra seyrü sülûkünü tamamlamalı, daha sonra zahirî ilimleri öğrenmelidir. Bunun aksi yapıldığı takdirde birtakım zorluklarla karşılaşılır. İnsanın Allah’a ulaşmasına engel olan ve gönül yolunu kesen harâmîlerden bahsederken.
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek, insanlara güzel gösterilmiştir…” âyetindeki ilâhî uyarıyı hatırlatır. Felsefî şüphelerin, bid’at ve dalâlet ehlinin, mülhidler, zındıklar, Müşebbihe, Muattıla ve Dehriyye’nin de birer harâmî olduğunu söyler.
Nâz’in maşuklara, niyazin âşıklara ait bir hal olduğunu ifade eden Abdullah-ı İlâhî, tecellî fikri üzerinde geniş olarak durur. Ona göre tasavvufî düşüncedeki sapmaların temel sebeplerinden biri de ruhî tecellînin, rahmânî tecellî olarak değerlendirilmesidir. Bir başka ifadeyle ruhanî tasarruf, ruhanî cezbe ile, rabbânî tasarruf da rabbânî cezbe ile karıştırılmaktadır. Müridlerini irşad konusunda fazla istekli olan bazı sûfîlerin rahmânî değil de ruhanî tasarruf sahibi olduklarının İki önemli belirtisi vardır: Enâniyet sahibi olmaları ve müridleri üzerindeki tesirlerinin sürekli olmaması. Molla İlâhî “Ene’l-hak”, “Sübhânîmâ a’zame şânî” gibi sathiye lerden söz ederken İttihad konusuna da açıklık getirmektedir. Ona göre bu makamdaki ittihad, iki şeyin birleşip aynıleşmesi değil, bir tarafın muhtefî (gizli) olmasıdır.
Molla İlâhî, Nakşibendîliğin ve aşk, vecd ve vahdet-i vücûda dayalı tasavvufî düşüncenin Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına hizmeti geçen sûfîlerin başında gelir. Onu takip edenlerin de Mevlânâ ve İbnü’l-Arabînin eserleriyle açıklık kazanan vahdet-i vücûd düşüncesinin Osmanlı topraklarında yer bulmasında önemli tesiri vardır. Halifesi Mahmud Çelebi’nin müridlerinden, Sürûrî mahlaslı Gelibolulu Muslihuddin Mustafa (ö. 969/1561), Mesneviyi Türkçe’ye ilk çeviren Süfîdir. His ve duyuşa dayalı Horasan tasavvuf mektebinin tabii sonucu olarak, şiir unsuru onun eserlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Osmanlı döneminde Vardar Yenicesi’nin yetiştirdiği Hayalî. Hayretî. Usûlî gibi şairler dikkati çekmektedir. Melâmî neşvenin Rumeli’de tanıtılmasında ve bu bölgede bugüne kadar uzanan Melâmîliğin tarihçesinde Abdullah-ı İlâhînin önemli bir yeri vardır. Ancak onun Melâmiyye, vahdet-i vücûd ve Varidat çizgisindeki tasavvuf anlayışı, daha sonraki Nakşibendî muhitlerde tesirini kaybedecektir.
Abdullah-ı İlâhînin en meşhur müridleri Emîr Ahmed-i Buhârî, Muslihuddin Tavîl ve Âbid Çelebi’dir. Emîr Ahmed-i Buhârînin İstanbul Fatih’te kurduğu tekke, halifeleri Lâmiî Çelebi, Mahmud Çelebi, Pîr Halîfe-i Hamîdî ve Hakim Çelebi ile devam etmiştir. Bu dönemlerdeki kaynaklarda Nakşibendî silsilesi şöyle verilmektedir: Ubeydullah Ahrâr, Molla İlâhî, Ahmed-i Buhârî, Hakîm Çelebi. Nakşibendzâde Mustafa. İlâhîzâde Yâkub, Ahmed Tirevî, Ömer Bakî, Şeyh Nasrullah. Bu silsile. Müceddidiyye’nin Anadolu’da yayılmasıyla değişikliğe uğramıştır.
Telif hakkı © 2022 | MH Themes tarafından WordPress teması