Din Psikolojisi

29.DİNDARLIĞIN PSİKOLOJİK ETKİ VE İŞLEVLERİ

 

Dindarlık ve Ruh Sağlığı
Dinin psikolojik etki ve işlevleri dendiğinde ilk akla gelen şey, dinî inanç ve uygulamalar ile ruh sağlığı arasındaki ilişkidir. Tarihî süreç içinde bu konuda iki zıt görüş ortaya konmuştur. Başta Freud ve takipçileri olmak üzere bazı araştırmacılar dinlerin insan psikolojisini zorlayan, dolayısıyla ruh sağlığını bozan etkilerinden bahsetmiş ve bu durumu ispatlamaya çalışmıştır. Ancak özellikle son dönemlerde, dinî inanç ve uygulamalar (özellikle iç güdümlü) ile ruh sağlığı arasında anlamlı derecede olumlu ilişkiler tespit eden çokça tecrübî araştırma yapılmıştır.

Bazı araştırmacılara göre dinî inanç ve pratiklerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkilemesi konusunda kanaatlerin ortaya çıkmasının en önemli nedenlerinde birisi, insanların dinî kuralları sığ ve katı bir tarzda ele almalarıdır. Buradaki katılığın daha çok dinî inançların ve kuralların tek boyutlu, yüzeysel, son derece dar kalıplar içerisinde algılanması sonucu ortaya çıktığını belirtmek gerekir. Zira bu tip köktenci ve insan psikolojisini zorlayan yaklaşımların, bütün din ve kültürlerde ortaya çıkabildiği ve dinî kaynaklı olmayan hayat felsefelerinin de bu şekilde uygulanmaya çalışılmasının benzer sonuçlar doğurduğu sıklıkla gözlemlenmektedir. Dinî inanç ve uygulamaların ruhsal hastalıklı (psikopatolojik) bir durum olarak değerlendirilmesine, bu tip yaklaşımları benimseyen dindarlarda ortaya çıkan bazı davranış özelliklerinin etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Ancak, bütün toplumlarda bu tip yaklaşımların, genele oranlandığında hemen hemen son derece küçük bir kesimi oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca bazı normal dışı olaylara, aralarındaki birtakım benzerliklerden hareketle dinî özellikler atfedildiği ve bu olaylara dinî bir nitelik yüklendiği de unutulmamalıdır.
Dinî inanç ve pratiklerin psikopatoloji ile birlikte anılması veya bu gibi durumların meydana gelmesini teşvik eden olgular olarak görülmesinin nedenlerinden birisi de mistik tecrübelerdir. Zira mistik tecrübeler esnasında ortaya çıkan bazı anormal haller, zaman zaman bazıları tarafından ruhsal hastalığın işaretleri olarak algılanmıştır. Ancak burada görmezlikten gelinen husus, bu tür tecrübelerin, insanların toplumla bütünleşmesi ve çevrelerine uyumlarını kolaylaştırıcı etkilere sahip olduğudur. Ayrıca mistik tecrübe ile şizofrenik düşünce ve davranışlar arasındaki farkları ortaya koyan birçok araştırma bulunmaktadır. Yine mistik tecrübe yaşayan insanlar üzerinde yapılan araştırmalarda, bu tip bir tecrübe geçiren insanların psikopatoloji ölçeklerinden düşük, psikolojik sağlık ölçeklerinde yüksek skorlar göstermiş oldukları görülmüştür.
“Şizofreni”, kişinin kendi içine kapandığı ve çevresi ile olan ilişkilerinin kısa ya da uzun süreli koptuğu ağır ruh hastalığıdır. 

Mistik tecrübeler ile psikopatolojik olaylar arasındaki benzerlik ve farklılıklar için Hayati Hökelekli’nin Din Psikolojisi kitabının 8. Bölümü “Tasavvuf Psikolojisi” ne başvurabilirsiniz.
İnsanları dine güdülemede sıklıkla kullanılan bazı yöntem ve yaklaşım¬ların ve bunların etkisiyle dinî hayatta ortaya çıkabilecek bazı psikolojik durumların insanların ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebileceği düşünülebilir. Zira dinî amaçlara tam olarak uygun bir hayat yaşayamamanın ortaya çıkardığı suçluluk ve günahkârlık duygusu, beraberinde, bunu telâfi etme arzu ve ihtiyacını da güçlü şekilde uyarmaktadır. Bu duygu şiddetli bir hal alıp, saplantıya dönüştüğünde hastalıklı (patolojik) durumlara neden olabilmektedir. Nitekim Hıristiyanlık dinindeki “aslî günah” öğretisi ve bu inanç öğretisi ekseninde gelişen “cezalandırılma korkusu” kişilerde derin suçluluk kaygısı doğurabilecek niteliktedir. Hıristiyan guruplar üzerinde yapılan araştırmalarda, Cehennemin varlığına olan yaygın inancın, bazı araştırmacılar tarafından ağır suçluluk duygusu ve buna bağlı olarak cezalandırılma arzusunun izlerini taşıdığı kaydedilmektedir. Aşırı bir günah duygusu ve Cehennem tehdidi içeren dinî söylemlerin hangi kültürde olursa olsun bazı dindarlarda bu tür bir etki yapması beklenebilir. Taraftarlarından tam ve sorgusuz bir teslimiyet isteyen dinî kurum ve liderlerin bunu sağlamak için cezalandırıcı bazı tehdit ve yaptırımları lüzumundan fazla kullanmaları bu tür sonuçlar doğurabilir.
Hıristiyan din adamlarının Tanrı adına insanları affedebilme yetkisi taşımaları ve “günah çıkarma” adı altında dini törenler düzenlemelerinde, bu suçluluk duygusunun ortaya çıkardığı bunalımın etkisini azaltmak amacı güdülmüş olabilir. Zira insanların büyük çoğunluğunun tecrübe ettiği evrensel bir olgu olan suçluluk duygusu kişilerin dinî hayatında rol oynayan önemli bir güdü olmakla birlikte, bazı durumlarda dinî hayatı olumsuz yönde de etkileyebilmektedir. Özellikle şiddetli bir hal alıp, bir saplantıya dönüştüğü durumlarda suçluluk duygusu ruhsal sağlığı tehdit edici bir görünüm arz edebilmektedir. Zira bu duygu çok yoğun ve dayanılmaz olduğunda, kimi insanlarda buna neden olan ahlakî ve dinî değerlere karşı bilinçli bir mücadeleyi de destekleyebilmektedir.
Dinî inanç ve pratiklerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediği yönündeki görüşler, günümüzde artık eskisi kadar itibar görmemektedir. Mesela modern psikanalistler, bugün artık Freud’un yaklaşımlarının birçoğunu kabul etmeyerek, dine artık daha olumlu bir bakış açaısından bakmaktadırlar. Hatta bazıları biraz daha ileri giderek, din adamlarının ruhsal sağlığı koruma hareketinin ilk halkasını oluşturduklarını kabul etmektedir. Özellikle Amerika’da son zamanlarda psikoloji ile İlahiyat (teoloji) arasında büyük bir yakınlaşma görülmektedir. Din ile İnsan ve Toplum Bilimleri arasında kurulacak işbirliğinin, insanın psikolojik açıdan iyileştirilmesi için esas olduğu neredeyse genel kabul haline gelmiştir. Bunun en önemli göstergesi, din ile psikolojinin uzlaşmasını ifade etmek için “psikoteoloji” diye yeni bir kavram geliştirilmiş olmasıdır. Zira günümüzde artık din ile psikolojinin her ikisinin de hemen hemen aynı amaca yönelik işlev icra ettikleri kabul edilmektedir. Esasen dinin psikolojiye nazaran daha büyük kitlelere hitap ettiğini söylemek mümkündür. Çünkü her ikisinin de insana yol gösterme ve hayatında ona kılavuzluk etme gayretinde olmasına rağmen, çok sayıda insanın psikolojiden ziyade dinin kendilerine sunmuş olduğu çözüm yollarını kabullenmiş olduğu gözlemlenmektedir. Hastalarının hayatlarında dinî inançlarının hayatî bir işlev icra ettiğini gören psikolojik danışmanların büyük çoğunluğu ise, bu inançların tedavi sürecine olumlu
katkılar sağlayabileceğini kabul etmektedir. Bu bağlamda özellikle din adamları, ruhsal hastalığın erken teşhisinde hem cemaatlerine hem de psikiyatristelere faydalı olabilecek bireyler olarak değerlendirilmektedir.
Özetle belirtmek gerekirse, özellikle Batı dünyasında din, anormal düşünce ve davranışların normalleştirilmesi sürecinde işlevel bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Gerçekten de dinî inançlar; insanların kontrol ve özsaygı duygularını besleyici, kaygının azaltılması konusunda alternatifler sunan, ümit aşılayıcı, sosyal davranışı kolaylaştırıcı düzenlemelerle sosyal bütünleşmeyi destekleyen ve kişisel mutluluğu artıran bir işlev icra edebilmektedir. Bu açıdan bakıldığında dinin icra ettiği bu işlevler, ruhsal hastalıkların tedavisiyle uğraşan uzmanlar tarafından kullanılabileceği gibi, bu tip rahatsızlıkları bulunmayan insanlar için ise koruyucu amaçlarla kullanılabilir.
Din ve ruh sağlığı üzerine bu genel değerlendirmelerden sonra şimdi dinî inanç ve değerlerin ruh sağlığını hangi alanlarda ve nasıl etkilediğini aşağıdaki başlıklar altında ele alalım.


 

Dindarlık, Anlam ve Değerler

İnanan insan için olayların meydana gelişi, kaynağı veya gerisindeki güce ilişkin açıklamayı anlamlı kılan şey dinî içerikli kavramlardır. Bu anlamda dinî sembol ve inanç sistemleri önemli birer “anlam kaynağı” pozisyo¬nundadır. Anlam arayışı, aynı zamanda güçlü bir dinî güdü durumundadır. Yapılan araştırmalarda, insanlara niçin dindar oldukları sorulduğunda en yaygın olarak “din hayatımıza anlam veriyor” cevabını verdikleri görülmek¬tedir. V.Frankl’ın Logoterapi anlayışına göre ne cins olursa olsun, her ruhsal tedavinin (psikoterapi) üç özelliği vardır: 1. Hastanın kendine olan güvenini ve saygısını kuvvetlendirmek; 2. Ona daha iyi durumlara yönelmesi için çalışma gücü vermek, 3. Davranışlarını uydurması için kendisine daha iyi bir takım davranış örnekleri göstermek, yeni ve sağlıklı uyum kazandırmak. Dinî inançların da benzer etkileri, bireyin günlük hayatında karşısına çıkacak farklı durumlarda ne yapacağını, çok az şüphe bırakacak şekilde belli kurallara bağlayarak temin ettiği söylenebilir. Benzer bir şekilde zorluklar ve tehlikelerle dolu bir dünyada yaşayan insanın, kader inancıyla birlikte inandığı varlığın koruyuculuğunu hissederek rahatlaması (Sebe 34/21; Hud11/57) da ruh sağlığı açısından önemli bir kazanım olarak değerlendiril¬mektedir.
Anlam arayışı ile din arasındaki ilişki konusunda ayrıntılı bilgi için, Abdülkerim Bahadır’ın, İnsanın Anlam Arayışı ve Din adlı kitabını okuyunuz.
Önceleri değerlerin izafi olduğu ve psikoterapinin değerlerden bağımsız olması gerektiği savunulmasına rağmen, son zamanlarda bazı değerlerin ruh sağlığının temelini teşkil ettiğini kabule yönelik bazı yönelimlerin olduğu görülmektedir. Zira birçok değer, ruhsal dengenin bozulmasını önlemek veya dengesi bozulanların durumlarını iyileştirmek için hayatı düzenleyici ve davranışlara rehberlik için bir başvuru kaynağı oluşturmaktadır. Değerlerin hem ruh sağlığına hem de psikoterapiye katkıları bazı araştırmacılar tarafından şu şekilde dile getirilmektedir: Dinî inanç ve pratikler ekseninde şekillenen değerler; kimlik sahibi, dürüst ve samimi olmak, kişisel sorumlu¬luk duygusu kazanmak, belli amaçlara sahip olmak, gelişmeyle ilgili
motivasyon ve kişisel duyarlılıkta derinleşmek, stres ve krizlerle başa çıkma konusunda uyum sağlayıcı stratejiler geliştirmek, kendi kendine karar verebilme yeteneği kazanmak, fiziksel sağlıkla ilgili iyi alışkanlıklar geliştir¬mek gibi ruh sağlığını olumlu yönde etkileyecek birçok davranışın gelişmesi¬ne katkıda bulunmaktadır.
W. James dini, inanan insan için yaşama gücü ve hayat kaynağı olarak değerlendirmiştir. Aynı şekilde Jung’da, dinî inanç ve pratiklerin ruh sağlığına olumlu yönde katkıda bulunduğu konusundaki klinik tecrübelerini pek çok kez ifade etmiştir. Kısacası din, insanın ruh sağlığını koruyucu bir etkiye sahip olduğu gibi, ruh sağlığı bozulma eğilimi gösteren insanlar için de bir çıkış kapısı olarak görülebilmektedir. Nitekim dinî bir arayış ve değişim yaşayan çoğu kimseler yeni durumlarında bazı ruhsal sorunlarının çözümünü bulabilmekte, daha once bulamadıkları huzur ve güveni yeni dinî hayatlarında yaşayabilmektedir.


Başa Çıkma Davranışı ve Din
Dünyada yaşanılan sorunlarla başa çıkma konusunda dinî olmayan birçok yöntem bulunmaktadır. Bu konuda dinin, bu sürece sağladığı özel katkının, insanın yetersizliği ile ilgili problemlere bir çözüm sunması olarak anlaşılabilir. Zira insan, kişisel eylemlerinde başarılı olmaya ne kadar sıkı çalışırsa çalışsın, belli sınırları aşamamakta yani insan olarak kalmaktadır. Başa çıkılamaz durumlarla karşılaşıldığı durumlarda ise, Kutsalın dili (sabır, hikmet, ıstırap, ümit, sınırlılık, ilahi amaç, kader vb.) daha uygun bir hale gelmektedir Toplumsal desteğin diğer biçimleri yetersiz kaldığı zaman, ruhsal destek daha etkili bir hale gelmektedir. Diğer açıklamalar ikna edici olmadığı zaman, dinî açıklamalar daha makul karşılanmakta, hayat kontrolden çıktığı izlenimini verdiği zaman, Kutsalın kontrolünün devam ettiği düşünülmekte, eski alternatifler geçerliliğini kaybettiği zaman din, insana yeni alternatifler bulma konusunda yol gösterici olmaktadır. Yani bu durumda dinî başaçıkma, insanın bireysel gücünün sınırlılığına da atıfta bulunarak bazı alternatifler önermekte ve dinî olmayan başa çıkmayı tamamlamaktadır. Zira her şeye gücü yeten bir otoritenin varlığına inanmak ve ona içten bağlılık göstermek, bireysel güçlerin Tanrının gücüyle birleştirilip, sorunlara onun gücüyle meydan okuma sonucunu beraberinde getirmektedir. Nitekim bütün dinlerde Tanrının tabiatüstü güçlere sahip olduğu inancı bulunmaktadır. İnanan insanın Tanrıyı yanında ve yardımında hissetmesiyle bireysel gücünü Tanrının gücüyle birleştirmesi ise, onu rahatlatabilmekte ve mevcut potansiyellerini kullanmasına imkân tanımaktadır. Tanrıyla kurulan ilişkinin, bütün çabalar sonucunda çok az bir başarı sağlansa bile, inanan insanın psikolojik dengesi için bir sigorta işlevi gördüğü söylenebilir. Zira inanan insan, bu gibi durumlarda, mazhar olduğunu kabul ettiği diğer nimetleri düşünerek, kendisini yoksunluk ve terkedilmişlik duygularının oluşturacağı olumsuz etkilerden koruyabildiği gibi, hak etmediği zülüm ve haksızlıklarla karşılaşsa bile, inancı sayesinde bu gibi elverişsiz durumları da dirençle karşılayabilir. Zira dinî inançlar metafizik boyutları ile ölümü ve ölüm sonrası “âdil dünya” inancını bünye¬sinde barındırmaktadır. Burada dinin işlevinin sadece tamamlayıcı bir görevden ibaret olduğu gibi bir durum akla gelmektedir. Ancak dinin, insan hayatının diğer alanlarına olan katkılarıyla birlikte, dinî olmayan başa çıkma yollarını da teşvik ettiği ve ancak bunların yeterli olmadığı durumlarda psikolojik bir yatışma sağladığı düşünülürse, dinin bu konudaki önemi daha iyi anlaşılır.
Düşük düzeyde yeterliliğin insanları dindar yapıp yapmadığı, kısmen de olsa insanların yetersizliklerinin ve ruhsal sarsıntılarının ileri düzeye ulaştığı zaman yaptıklarının gözlemlenmesiyle test edilebilir. Şöyle ki, psikolojik olarak sarsılmış insanların en genel belirtilerinden birisi, çekilme ve gerilemedir. Meselâ yüksek düzeyde kaygılı insanlar, normal sosyal ilişkilerinden çekilme eğilimi gösterirler. Sorunlarla başa çıkma yetenekleri ve etkinlik duyguları azalan insanlar, sosyal ve duygusal olarak yalnız bırakılmış bir hale gelebilirler. Daha fazla terk edilmişlikle ortaya çıkan şiddetli durumlar, daha az yeterliğe ve hatta daha fazla geri çekilmeye yol açabilir. Bu yüzden ruhsal olarak hasta olan insanlar, genel olarak sosyal etkinliklere daha az katıldıkları gibi, daha az dinî bağlılık gösterebilmek¬tedirler. Bu açıdan dinî inanç ve pratiklerin, ruhsal dengesi bozulmuş olanlara tedavi edici olmaktan ziyade koruyucu bir işlev icra ettiği söylenebilir.
Din özellikle zorluklarla mücadele süreci ile birlikte hayatın diğer aşamalarında insanın birçok ihtiyacını karşılamaktadır. Dini, basit bir şekilde kaygıya karşı bir savunma aracı olarak görmek, dinî hayatın çok amaçlı tabiatını küçümsemek anlamına gelir. Zira din, başa çıkma sürecinden etkilense bile, o bu süreci büyük oranda etkilediği gibi, zor ve ıstırap veren gerçeklerle karşılaşan insanların kaygılarını yatıştırarak koruyucu bir işlev icra etmektedir. Ancak din, kaygıyı azaltan bir metottan daha öte bir şeydir. Çünkü insanlar sadece rahatlamak için değil, kutsalla samimiyet kurmak, hayata mana vermek, kendini gerçekleştirmek ve ruhsal olgunluğa ulaşmak amacıyla da dine yönelebilmektedirler.

Esasen üç tür dinî başa çıkma yönteminden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi olan kendini yönetme modelinde birey Allah’ın kendisine kendi sorunlarıyla başa çıkma yeteneğini verdiğine inanır. İkinci başa çıkma yöntemi olan, takdire uymada ise birey, işi tamamen Allah’ın takdirine bırakarak pasif bir şekilde sonuçları beklemektedir. Üçüncü başa çıkma yolu ise, işbirliği yoluyla başa çıkma yöntemidir. Bu yönteme göre bireyin kendisi sorunları çözmede sorumludur ancak sorunların çözümünde Allah’ı bir dost ve yardımcı olarak algılamaktadır
Dinî başa çıkma; yaşamsal sorunlarda, Allah’ın bu sorunların çözümüne yardım ettiği hissi sağlayarak, “anlam bulma”da güçlü bir kaynak işlevi görebilmektedir. Yani dinî inanç sayesinde insanlar, duygusal bir rahatlık ve sakinlik, sosyal destek, daha düşük düzeyde ölüm kaygısı ve geçirdikleri hastalıklarda bir hikmet arama yollarıyla önemli derecede rahatlayabil- mektedirler. Ancak başa çıkma sürecini sadece dinî açıdan ele almak doğru değildir. Zira bazı kişiler, başlarına olumsuz bir şey geldiğinde, bunu Allah’ın kendilerini terk ettiği ya da yaptığı hataların bir karşılığı şeklinde algılayabilmektedirler.


Benlik Saygısı ve Din
Benlik saygısı; ‘bireyin, kendini benimsemesi, onaylaması, kendine değer vermesi ve saygı duyması’ olarak tanımlanmaktadır. Daha çok kendini algılamaya yönelik bir kavram olan benlik saygısı, bireyin, kendisine yüklediği psikolojik değeri ifade etmektedir. Kendisi hakkında değerlendirme yapan bireyin kendi kişisel özellikleriyle ilgili öznel değerlendirmelerine
kişisel benlik saygısı, içinde yaşadığı veya özdeşleştiği grupların özelliklerini temel alarak yaptığı öznel değerlendirmeye ise kolektif benlik saygısı denir. Bireyin benlik değerine ilişkin sahip olduğu tutumlar bağlamında ruh sağlığı alanında da önemli bir kavram olan benlik saygısının kaybedilmesi klinik açıdan depresyonun yaygın belirtilerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.
Benlik saygısının oluşumu ve gelişimini yakından etkileyen faktörlerden birisi de dinî yönelimler ve hayat şeklidir. Benlik saygısı ile dindarlık arasındaki ilişki üzerine yapılan çalışmalarda, özellikle iç güdümlü dinî yönelim ile benlik saygısı arasıda güçlü olumlu bir ilişkinin olduğu, yani iç güdümlü dinî yönelim arttıkça, bireylerin benlik saygısı düzeyinin de yükseldiği tespit edilmiştir. Buna paralel olarak dış güdümlü dindarların genel olarak benlik saygısı düzeylerinin ise, iç güdümlü dindarlardan daha düşük olduğu gözlenmiştir. Bu bulgular, iç güdümlü dindarlık biçiminin kendi içyapısında dinî inanç ve pratikleri samimi ve adanmış bir şekilde yapmayı barındırması ve bu durumun bireylerin kendilerini daha yüksek düzeyde kabul ve onaylamasına olan katkısıyla açıklanmaktadır. Batı’da ve ülkemizde gerek gençler ve gerekse yetişkinler üzerinde yapılan araştırmalarda dinî hayatın inanç, duygu, davranış ve bilgi boyutları ile benlik tasarımı arasında (Smith, 1979; Koç, B., 2009: 167; Koç, M., 2009) ve iç güdümlü dinî yönelim ile benlik saygısı arasında istatistiksel olarak anlamlı olumlu bir ilişki tespit edilmiştir. Dış güdümlü dinî yönelim ile benlik saygısı arasında ise anlamlı bir ilişki tespit edilememiştir. Bu konuda özetle dindar bireylerin, dindar olmayanlara oranla benlik saygısı düzeylerinin daha yüksek olduğu, ancak dindarlık şeklinin çeşitliliğine göre de benlik saygısı düzeylerinin değişiklik gösterebileceği söylenebilir.
Benlik saygısı ve din ilişkisi hakkında ayrıntılı bilgi için Bozkurt Koç’un Benlik ve Din kitabını okuyunuz.


Psikolojik Danışma ve Din

Günümüzde dinin ruhsal tedavi süreçlerinde kullanılmasına yönelik artan bir ilgi bulunmaktadır. Zira bu süreçte hastaların dinî inançları, yapıcı ve faydalı amaçlarla kullanılabilmektedir. Nitekim dünyanın birçok yerinde çözüm aramak amacıyla kişisel sorunların açıldığı ilk insanlar din adamları olduğu gibi, psikolojik danışmanların da danışma sürecinde danışanların dinî inanç ve duyarlılıklarını nazarı dikkate almaları daha faydalı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Batı dünyasında yaygın bir şekilde kullanılan pastoral danışma ve tedavi uzun bir dönemden beri Kitab-ı Mukaddeste bulunan kavramlar ve ruhsal tedavi gibi din içerikli kavramlarla desteklenmektedir. Özellikle kasırga, sel, yangın ve deprem gibi insan psikolojisini altüst eden tabiî afetlerden dolayı sarsılan insanlara yapılacak psikolojik hizmetlerde dinî hassasiyetlerin dikkate alınması, daha olumlu sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Bu konuda yapılan bir araştırmada danışanlar iki gruba ayrılarak gruplardan birine kendi dinî inançlarına atıflarda bulunan dinî muhtevalı bir danışma süreci uygulanmış, diğer gruba ise aynı danışma dinî materyal kullanılmaksızın uygulanmıştır. Her iki danışma süreci de hem dindar hem de dindar olmayan danışmanlarla yönetilmiştir. Sonuçta dindar olan danışanlara, dinî materyal ile danışma tekniklerinin birleştirilerek uygulanmasının tedavi sürecinin kolaylaşmasında daha etkili olduğu ve bu yöntemin danışanların depresyon düzeylerini azaltıcı bir etkisinin olduğu görülmüştür. Hatta kendilerini dindar olarak tanımlamayan ancak danışma sürecinde dinî materyali kullanan danışmanların yürütmüş oldukları danışma sürecinde
kısmen de olsa bu etki gözlemlenmiş ve bu sonuç biraz da şaşkınlıkla karşılanmıştır. Bu ve benzeri çalışmalar, psikolojik danışman ve psikiyat- ristlerin kendi bireysel inançları ne olursa olsun, yardım etmeye çalıştıkları insanların dinî inanç ve duyarlılıkları ile ilgili materyali, tedavi sürecinde kullanmaları, yani tedavi stratejilerini hastalarının durumuna göre ayarlama¬larının daha olumlu sonuçlar ortaya çıkardığını ortaya koymaktadır.


Stres, Kaygı ve Din
Ruh sağlığının önemli belirleyicilerinden biri olan kaygı, stres ve depresyon düzeyleri ile dinî inanç ve pratikler arasındaki ilişki üzerine yapılan araştır¬malara bakıldığında, özellikle içsel dinî yönelimlerin ruh sağlığına olumlu yansımaları olduğu görülmektedir. Şöyleki dinî inançların içselleştirilmesi ve bu inançlar çerçevesinde şekillenen dinî hayatın psikolojik uyuma yardımcı olduğu, yani dinî duygu arttıkça, kaygı düzeyinin azaldığı sonucuna ulaşan birçok bilimsel araştırma bulunmaktadır.
Kaygıyla yakın ilişkisi olan stres ile dinî inanç ve pratikler arasındaki ilişki üzerine yapılan çalışmalarda elde edilen bulgular da, dinî inanç ve pratiklerin stresin etkisini azaltıcı bir işlev icra ettiğini göstermektedir. Şöyleki insanın dış etkilere karşı bir tür tepkisi olarak tanımlanabilecek stres, günümüz insanın en büyük ruhsal sorunlarından biri olarak kabul edilmektedir. Zira çocuğundan erginine, gencinden yaşlısına kadar bütün insanların az çok stres içinde yaşadıkları herkes tarafından bilinmektedir. Çünkü stresi ortaya çıkaran ve kişiden kişiye değişiklik gösteren faktörler o kadar çeşitlidir ki hatta birtakım mutlu beklentilerin bile (düğün telaşı gibi) bu tepkiye neden olduğu söylenebilir. Nitekim stresle yakın ilişkili olan kaygı kavramı, 20. yüzyıla damgasını vuran bir kavram olmuştur. Zira birçok düşünür ve yazar 20. yüzyıla özellikle bu yüzyılın ikinci yarısına “kaygı çağı” adını vermişlerdir.
Oldukça yaygın, yaygın olduğu kadar da olumsuz sonuçlar doğurabilecek olan stresin etkisini azaltma konusunda en etkili faktörlerden birisi dinî inanç ve pratikler olarak kabul edilmektedir. Örneğin yapılan bir araştırmada, operasyon geçiren yaşlı hastaların ameliyat sonrası yapmış oldukları dinî pratiklerin depresyon ve genel stres düzeylerini aşağı çekmede rolü olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca dinî başa çıkma yöntemlerinin, stresin etkisini azaltma konusunda kullanılan genel yöntemlerin önemli bir bölümünü oluşturduğu ve faydalı sonuçlar verdiği saptanmıştır. Zira dinî organizas¬yonlar ve bu çerçevede yaşanan dinî tecrübeler, sıkıntı ve ıstırap duygularına karşı bir ilaç işlevi görebilmekte ve bir tür yatışma sağlamaktadır. Bu tecrübe ile insan kalbinde bir hafiflik, ruhunda bir ferahlık hissedebilmektedir. Bu bağlamda dinî tecrübe, bazılarına bilinemeyen ancak güven verici tatlı bir duygu verirken, bazılarının hayatına da ilâhî bir râyiha katabilmektedir. Ayrıca dinî pratiklerin, bir yandan kederlerin acısını azaltmakta olduğu diğer taraftan da aşırı neşeyi tasfiye ederek ruhsal dengenin bozulmasını önlediği söylenebilir.
Dinle kaygı arasındaki ilişkiyi konu edinen çalışmaların incelenmesi sonucunda, bunların önemli bir kısmında dindarlık düzeyi yüksek olan bireylerde daha az kaygı ve korku belirtisi tespit edildiği görülmüştür. Ayrıca dinin kaygıdan kurtulmada oldukça önemli bir işlevinin olduğu da anlaşılmıştır.(Koenig, 2001/2002: 100)


Depresyon ve Din
Ruh sağlığının önemli belirleyicilerinden biri de hiç şüphesiz depres- yon(ruhsal çöküntü) düzeyidir. Depresyon düzeyleri ile dinî inanç ve pratikler arasındaki ilişki üzerine yapılan araştırmalara bakıldığında, özellikle içgüdümlü dinî yönelimler ile depresyon arasında olumsuz bir ilişki bulunduğu sonucuna ulaşan birçok araştırma bulunmaktadır. Bunun yanında iç güdümlü dinî yönelimler ile ruh sağlığını olumlu bir şekilde etkileyen olumlu öz saygı, psikolojik yeterlik duygusu, hayattan memnuniyet ve hayata belli bir mana vermek arasında ise olumlu bir ilişkinin olduğu tespit edilmiştir.
Dinî inançların özellikle yaşlılar için avantajlarından birisi onlara ümit aşılamasıdır. Ümidin depresyonla olumsuz, iyimserlik ve kişisel özsaygı ile olumlu ilişkisi olduğu tecrübî araştırmalarla ortaya konmuştur. Ayrıca dine dönüş olayı üzerine yapılan araştırmalar, bunun ruhsal hastalık durumlarında tedavi edici etkisinin olduğunu, yine buna benzer bir tarzda yoğun dinî tecrübelerin zayıflayan egonun yeniden yapılandırılmasına katkıda bulun¬duğunu ortaya koymuştur. Şöyle ki, dinî inançlar, tutum ve davranışlar arasındaki uyumu desteklediğinden, kişiliğin bütünleştirilmesine katkıda bulunabilmektedir. Çünkü tutum-inanç ve tutum-davranış arasında genellikle bir uyum olduğu bilinmekte, tutum ile davranış arasındaki uyum ise, kişiliğin duygusal, bilişsel ve isteksel yönleri arasındaki denge veya uyumluluğa vurgu yapmaktadır. Mesela kolej öğrencileri üzerinde yapılan bir çalışmada, iç güdümlü dinî yönelim ile kişisel uyum arasında olumlu bir ilişki olduğu görülmüştür. Bunun gibi dine dönüş üzerine yapılan çalışmalarda değişim öncesi yüksek olan kaygı düzeyinde, dinî değişimden sonra bir düşüş olduğu ve yeni inançlarını derunî bir şekilde içselleştirmeye daha eğilimli oldukları tespit edilmiştir.
Depresyon ile dinî inanç arasında birçok araştırması olan Koenig, dinî ibadetlere daha fazla katılan kişilerde depresyon göstergelerinin daha düşük olduğunu ve bu kişilerin daha az depresif belirti geçirdiklerini tespit etmiştir. (Koenig, 2001/2002: 100) Koenig Larson ile birlikte gerçekleştirdiği ve dindarlık ile sağlık arasındaki ilişkinin farklı boyutlarını irdeledikleri diğer bir araştırmada bu alanda yapılan 850 araştırmayı incelemiş ve çalışmaların % 80’inde dindarlıkla hayattan tatmin olma arasında olumlu bir ilişkinin bulunduğunu tespit etmiştir. Aynı araştırmada depresyon ve kaygı ile dindarlık ilişkisini ele alan çalışmaların üçte ikisinde, dindarlık düzeyi yüksek olan bireylerin, düşük olan bireylere oranla daha az depresyon geçirdikleri ve daha düşük düzeyde kaygı hissettikleri tespit edilmiştir. Aynı şekilde değişik dinî gruplar üzerinde yapılan araştırmalar, ibadetlerini düzenli yerine getiren dindarlarda, yerine getirmeyenlere gore depresyon oranının yarı yarıya azaldığını ortaya koymaktadır.(akt.Köylü, 2010).


Ölüm Kaygısı ve Din
Dinî inançların ölüm kaygısını azattığına dair çok sayıda araştırma sonucu elde edilmiştir. Bu bulgular araştırmacılar tarafından şöyle yorumlan¬maktadır: Dindar insanlar, yapılan bazı kötü davranışların hesabını vermeyi düşünüp diğer insanlardan daha fazla korku hissetme potansiyeli taşımaktadırlar. Ancak aynı dinî inançları onlara hayatın tasarımı konusunda yönlendirmekte ve onlar, ölümün hakikat olduğuna, bütün insanların önceden tespit edilmiş ecelleri bulunduğuna ve vakti geldiğinde hepsinin öleceğine
inanarak ölüme daha gerçekçi bir açıdan bakabilmektedir. Ayrıca onlar, hayatlarını inandıkları değerler istikametinde geçirmeye çalıştıklarından, ahiret hayatında kendilerine vadedilen mükafâtlara ulaşacaklarını ümit etmekte, eksikliklerinden dolayı bağışlanacaklarını ummakta ve ölümü bir yokluk olarak algılamamaktadırlar. Zira ebedilik inancı, ölüm korkusunun etkisini azaltabilecek en etkili faktörlerden biri olarak kabul edilmektedir. Dinler ise insanın ebedilik duygusunun tatminine de bir kapı aralayarak, etkisi küçümsenemeyecek bir yatışma sağlamaktadır. İnsan, yapısındaki benseverlik (narsizm) özelliğinin etkisiyle kendisini şuurdışı olarak ölümsüz düşünme eğilimindedir. Dinî inançlar ise, içi boş bir çerçeve özelliği sergileyen bu inanç biçiminin muhtevasını doldurarak, ahiret inancıyla bu eğilimin tatminine kapı aralamaktadır. Dinî inançların ölümle birlikte yapılan kötülüklerin hesabını verme ihtimalini tetiklemesi, suçluluk duygularını ön plana çıkardığı için olumsuz bir işlev icra edebilir. Ancak din bu konuda ortaya çıkabilecek bireysel temelli olumsuz duyguları, Tanrının affediciliğini vurgulayarak aşmak ister bir görünüm arzetmekte, sosyal ilişkilerden kaynaklanacak suçluluk duygusunu devre dışı bırakarak (Tanrı, insanlar arası ilişkilerden kaynaklanan günahları affedici konumda kendisini görmeyerek), sosyal adaletin tesisine katkıda bulunmak istemektedir. Bu durum özellikle köklü dinî inançlara sahip olan hastaların genellikle durumlarını bildikleri ve sonunda rahat bir şekilde öldükleri ile ilgili klinik raporları da bir dereceye kadar açıklar görünmektedir.
Dindarlığın ölüm korkusu üzerindeki etkileri konusunda daha ayrıntılı bilgi için Faruk Karaca’nın Ölüm Psikolojisi kitabını okuyunuz.
Aynı şekilde dinî inançlarını içselleştiren insanların, çeşitli belâ, musibet ve hastalıklardan da daha az korkma eğilimi gösterebileceklerini söylemek mümkündür. Çünkü kaza ve kadere, yani ilâhi iradenin iş başında olduğuna inanmanın yatıştırıcı bir etkisinin olduğu bilinmektedir. Zira bu inanç, insanın başına gelen kötü şeylere belli mânalar atfetmekte, bağlılarını sabra yönlendirmektedir. Mesela çocuklarını kaybeden ana babaların dinî bağlılık¬ları, onlara bu kayıptan bir mâna çıkartma konusunda yardımcı olabilmekte¬dir. Bu tip değerlendirmeler, yani insanın başına gelen şeyleri bir tür cezalandırılma değil de bir ders olarak yorumlaması ise, sorunlarla mücadele etmesine katkıda bulunabilmektedir.


Yalnızlık Duygusu ve Din
Yalnızlık duygusu da insanın ruh sağlığını önemli ölçüde etkileyen faktörler¬den birisidir. Şöyleki bazı durumlarda insanın yalnız kalması ve kendisini dinlemeye çalışması onu rahatlatıcı bir işlev icra ederken, istediği halde başkalarıyla iletişim kuramayan, kendisini tek başına, terk edilmiş olarak hisseden insanların ruhsal dengeleri bu durumdan olumsuz yönde etkilenebil- mektedir. Çünkü tek başına ve tecrit edilmiş olmak, insan tabiatına son derece aykırı bir görünüm arz etmekte ve onda birtakım huzursuzlukların meydana gelmesine neden olmaktadır. Zira sosyal bir varlık olan insanın, bireyselliğin en ağır bastığı anlarda bile başkalarına karşı birtakım ilgiler taşıdığı herkes tarafından bilinmektedir.

Olaya dindar insan açısından bakıldığında, Kutsal’la ilişkiye girmenin, insanın iç dünyasında manevi bir alan yarattığı, sosyal olarak kendisini yalnız hisseden insanın en azında bu alanda yalnızlık hissetmeyeceği (Kaf, 50/16; Mücadele, 58/17) ve terk edilmişliğin insan psikolojisinde oluşturacağı yansımaların olumsuz etkisini en alt düzeye indirebileceği söylenebilir. 
Nitekim bu konuda yapılan araştırmalar, dindar insanların daha az yalnızlık duygusu hissettiklerini ortaya koymuştur. Ancak burada şunu ilave etmek gerekir ki, dinler hiçbir şekilde gerçeklik âleminden farklı bir âlem yaratıp, bireyi gerçek âlemden koparmaya çalışmamaktadır. Dinin etkisi ancak gerçeklik âleminde meydana gelebilecek bazı gelişmelerin ortaya çıkarabile¬ceği olumsuz durumlara karşı bir tampon işlevinden ibarettir. Yani inanan insanlar zaman zaman kendilerini kurtaramadıkları sosyal tecrit duygularının oluştuğu olumsuz etkileri, Kutsal ile girmiş oldukları ilişki ile ödünleyebilir- ler. Kur’an’da dinin bu tür bir etki ortaya koyabileceğine atıfta bulunan birçok ayet vardır. Örneğin “Gerçek bir dost olarak Allah yeter (Nisa, 5/45)” ayeti, bütün sosyal bağların çözüldüğü durumlarda bile, dinî inancın insanın ayakta kalmasına katkıda bulunabileceğine atıfta bulunurken; “Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de” (Yunus, 10/62) ayeti ise, Kutsal ile girilen bu ilişkinin, huzursuzlukların etkisini azaltmada işlevsel olabileceğini ima etmektedir.


Dinlenme İhtiyacı ve Din
Hayatın çalışmayı zorunlu kıldığı, normal şartlarda insanların ekonomik ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmak zorunda oldukları herkes tarafından bilinen bir husustur. Durum böyle olunca çalışan insanların, iş hayatıyla epeyce yorulmakta ve yıpranmakta oldukları söylenebilir. Çünkü çalışma sahaları genelde sürekli hareket ve faaliyet isteyen sahalarıdır. Bu yüzden çalışan insanlar, genellikle çalışma hayatının zorluklarından bunalarak stres hissederler. Bu ruhsal durum içerisindeki insanlar ise, ister istemez bu durumu hafifletip yorulan beden ve zihinlerini dinlendirecek şeyler ararlar. Özellikle günümüzde bu ihtiyacı tatmine yönelik çok değişik alternatiflerin mevcut olduğu söylenebilir. Meselâ: parklar, kamplar, dinlenme ve tatil merkezleri bunlardan sadece birkaçıdır. Ancak buralarda insanların istirahat edip, kendilerini ruhen ve bedenen dinlenmeleri her zaman mümkün olmayabilmektedir. Çünkü bu imkânlar sadece belli zümrelere hitap ettiği gibi, bunlardan yararlanmak da senenin sadece birkaç günüyle kısıtlı kalmaktadır. Ayrıca bütün insanların aynı maddi imkânlarda olmaması ve bu imkânlardan istifade edebilme pozisyonunda bulunan insanlar arasından intihar vakalarının daha sık görülmesi de, belirtilen faktörlerin bu konuda fazla işlevsel olmadığını düşündürmektedir.
Hal böyle olunca, dinî tecrübe sahasına açılmak, manevi bir hava teneffüs etmek için dinî bir kuruma veya bir ibadethaneye gitmek, dinî sosyal organizasyonlara katılmak, insanlara yardım etmek gibi dinî inançlardan esinlenen bir niyetle alışılagelmiş hayat formunun dışına çıkmak, inananların yorulan zihinlerinin dinlenmesi konusunda işlevsel bir katkı sağlayabileceği düşünülebilir. Nitekim insan, bir dinî otoriteye bağlanarak samimiyetle yapacağı ibadetlerle, bunalan ruhunu tekrar eski saflığına kavuşturabilir. Buna ilaveten bu şekildeki bir yönelimin, bu konuda diğer bir alternatif olan ve insanlara sıkıntılarını bir anlık unutturan, ancak beden ve ruh sağlığı açısından son derece zararlı olan alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi şeylerin riskini de azaltmaktadır. Ayrıca dinî tecrübe sahasına açılmanın, sosyo¬ekonomik düzeye bakılmaksızın bütün insanlar için mümkün bir alternatif olması da, dinin etki sahasının psikoloji ve psikoterapinin etki alanından çok daha geniş olduğunu ortaya koyması açısından dikkate değer bir konudur.


Güvenlik İhtiyacı ve Din
Güvenlik ihtiyacı fıtrî, yani insanın yaratılışıyla getirdiği ve aynı zamanda tatmini özellikle ruh sağlığı açısından zaruri ihtiyaçlardan birisidir. Zira dünyaya geldiğinde son derece aciz bir varlık olan insanın ayakta durabilmesi ve hayatını devam ettirebilmesi için güven duygusuna son derece ihtiyacı vardır. Çünkü güvensizlik duygusu sosyal olarak insanın başkalarıyla ilişki kurmasını zorlaştırırken, ruhsal olarak da ümitsizlik ve karamsarlığa itmektedir. Bu bağlamda ruh ve bedenden oluşan bir varlık olan insanın, bedeni itibariyle kendini kuşatan tabiî etkenlerin olumsuz etkilerinden korunabilmesi için bir sığınağa muhtaç olması, mânevî duygularını da benzer faktörlerin olumsuz etkilerinden koruyabilmek için madde ötesi bir sığınağa ihtiyaç duyacağı fikrini akla getirmektedir. Her şeye gücü yeten bir Varlığa ve ebedî bir hayatın geleceğine olan inancın insana verdiği güven duygusunu, diğer faktörlerin oluşturması oldukça zordur. Bu bağlamda din insana güvenlik duygusu kazandırmakta ve onu güvensizliğe karşı koruyan en etkili faktörlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Küçük çocukların anne ve babalarına bağlı kalmaları ve onlardan sevgi ve şefkat görmeleri onları nasıl mutlu ediyorsa, yetişkinlerin Tanrıya bağlanmaları da onları mutlu ve huzurlu yapabilmektedir. Kutsal ile girilen ilişki, şeklen de olsa çocuk-ana baba ilişkisini anıştırıyorsa da, dininin öngördüğü ilişkinin bu tür bir ilişkiden daha yüce ve üstün bir ilişki olduğu açıktır. Esasen dinin bu tür bir etki ve işlev icra edebileceğine K. Kerimde çokça atıfta bulunulmuş ve dindarların inandıkları varlığı koruyucu olarak algılamaları desteklenmiştir.


İntihar ve Din
Ruh sağlığı ile din arasındaki ilişki üzerine yapılan araştırmalar, dine daha çok bağlı olan kişilerin diğerlerine oranla intihara daha az yöneldiklerini ve daha az intihar eylemi gerçekleştirdiklerini ortaya koymaktadır. İntiharla dindarlık arasıdaki ilişki konusunu irdeleyen Koenig, daha dindar olan kişiler arasında daha az intihar olayının yaşandığını veya intihara yönelik tutumların daha olumsuz olduğunu belirtmiştir. (Koenig, 2001/2002: 100). Bu konuda yapılan diğer bir çalışmada kiliseye devam etmeyen kişilerdeki intihar oranının düzenli olarak kiliseye devam eden kişilerden dört kat daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Dinî inanç ve uygulamaların bu konudaki başarısı, genellikle intiharı tetikleyen duygusal bunalım ve depresyon durumları gibi farklı stres kaynaklarıyla baş etmede en işlevsel araçlardan biri olmasıdır. Zira inanan insan bir taraftan bireysel olarak Kutsalla kurmuş olduğu samimiyet ve ona yanaşma çabasıyla onun kendisine yardım edeceğine yönelik bir beklenti içine girip intihara karşı bir direnç kazanırken, diğer taraftan dinî ibadetlere devam eden kişiler, aynı dinden olan kişilerle arkadaşlıkları sayesinde, özellikle ruhsal sorunlarını hafifletebilmektedirler.

 


İyimserlik ve Din
Günlük işlerde bazı konularda karar verme konusunda karşılaşılan güçlükler de ruh sağlığını tehdit eden faktörlerden birisidir. Zira iradi eylemler her zaman tam bir netlikle insanın önünde durmamakta, yani insanlar özellikle kendileri için önem arz eden durumlarda kararsızlığa düşmekte ve bunalım yaşamaktadır. İnsanların bu tip durumlarla karşılaşmasının belki de en önemli nedeni, karar aşamasında gücüne en çok güvendikleri akıl ve bilişsel işlevlerinin her şeyi tam manasıyla kuşatabilecek bir düzeyde olmamasıdır. 
Bu tip durumlarla karşılaşan insanlar tereddüde düşmekte ve huzursuz olmaktadırlar. Nitekim önemli kararların alınması süreci, insanın ruhsal dengesini bozma potansiyeli taşıdığından, alınan kararlardan sonra bile insanın hissetmiş olduğu huzursuzluk tam olarak yatışmamaktadır. Din ise içine düştüğü bu tür bunalımların aşılmasında insana yardımcı olabilmektedir. Zira dindar insan, açıklayamadığı olayları, inanmış olduğu Kutsal varlığın bir hikmete matuf olarak yarattığını, kendisinin bunları anlamaktan aciz olabileceğini düşünerek (Bakara, 2/216) kendisini rahatlatabilmektedir. Bu tip bir düşünce, iyimser bir hayat felsefesini desteklemekte ve ruh sağlığına olumlu bir şekilde yansıyabilmektedir. Şöyle ki, inanan ve elinden gelen çabayı sarf ettikten sonra işi inandığı varlığa havale eden kimsenin, içten bağlılık gösterdiği otoritenin daima yardımında olacağını hissetmesi, bu iç huzursuzluğu daha düşük bir seviyeye indirmektedir. Nitekim bazı insanların, verdikleri kararlara, Tanrının kendilerine yol göstermesi neticesinde ulaştıklarını ifade etmeleri, sıkça rastlanan durumlardan birisidir. Örneğin Koenig ortalama yaşları 70 olan 542 hasta üzerine yaptığı araştırmada, araştırmaya katılan deneklerin % 90’ında dinin hayatlarında aldıkları tüm önemli kararlarda temel belirleyici bir faktör olduğunu ve Tanrı’nın yardımına başvurduklarını tespit etmiştir. (Koenig, 1998: 221). Esasen dinin kendi bünyesinde bu tip bir mekanizmayı barındırdığı ve çalıştırmak istediğini söylemek mümkündür. Zira insan ile Tanrı arasındaki ilişkinin sürekliliğini ve düzeyini koruyabilmesi, insanın her açıdan yapabileceklerinden sorumlu tutularak (Bakara, 2/286) yapabileceği en iyi bir şekilde davranması ve gerisini inandığı varlığa havale etmesiyle gerçekleşebilir. Bu şekilde din, günlük hayatın çalkantı ve kargaşasından sarsılan insanlara emniyetli bir liman işlevi icra ederek güvenli bir sığınak işlevi görebilmektedir.
Dinî inanç ve uygulamalarla ümit ve iyimserlik arasındaki ilişkiyi konu edinen araştırmalar bu ikisi arasında genel olarak anlamlı olumlu bir ilişkinin var olduğu, diğer taraftan dindar kişilerin dindar olmayanlardan daha az ümitvar ya da iyimser olduğunu ortaya koyan hiçbir çalışmanın bulunmadığını ortaya koymuştur. (Koenig, 2001/2002, s.99).
Kararsızlığın yarattığı bunalımlara karşı dinin rahatlatıcı işlevinin genellikle üç şekilde meydana geldiği söylenebilir: Birinci olarak din, inanan insanın günlük hayatında karşısına çakabilecek şeyleri, nasıl davranılacağına çok az şüphe bırakacak şekilde belli kurallara bağlamaktadır. İkinci olarak, dini organizasyonlar, sosyal reddedilme ve terk edilme korkusunu yatıştırmaktadır. Üçüncü olarak ise dinî inanca sahip olan insanlar, kendilerini kutsalın korumasında hissederek rahatlamaktadırlar.
Dinî inanç ve davranışların etki ve işlevlerinde belirleyici olan ruhsal yönelim hangi psikolojik kavram ile ifade edilmektedir?
Namaz ibadetini asıl olarak bir tür beden egsersizi, orucu da sağlık perhizi olarak değerlendirerek uygulamaya çalışan birisinin dindarlığı hangi kavramla ifade edilebilir?