Din Psikolojisi

25.DİNDARLIĞIN BİYOLOJİK KAYNAKLARI

 

İnsanı bir inanca bağlanmaya yönelten doğuştan bir eğilimin var olup olmadığı sorusu, her zaman bilim ve din adamlarını meşgul etmiştir. Özellikle inanma ihtiyacı, dinî kabiliyet, dinî eğilim ve hatta dinî tevarüs gibi doğuştan kişiyi dine yönlendirdiği iddia edilen bir takım ruhsal faktörlerin var olabileceği konusuyla ilgili din psikologları arasında ciddi bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak, bu tevarüs ya da aktarımın biyolojik olabileceği düşüncesi, henüz yeni sayılır ve son yıllarda yapılan bir kısım araştırmaların ürünü olarak tartışma alanındaki yerini almış görünmektedir.

Nörobiyoloji ve Din

 
 
 
 

Nörobiyoloji, sinir sistemi biyolojisidir. Sinir sisteminin ve bu sistemin merkezi olan beynin yapısı, fonksiyonları, gelişimi, genetiği ve hastalıklarıyla ilgilenir. Nörobiyolojik yaklaşımı benimseyenlere göre insan davranışlarının temeli biyolojiktir. Genel olarak bütün psikolojik olayların beyinde ve sinir sisteminde bir karşılığı söz konusudur. Bu yaklaşım, tüm
davranışları bedende, özellikle de beyin ve sinir sisteminin içinde oluşan elektriksel ve kimyasal olaylarla ilişkilendirir.

Nörobiyoloji’nin gelişimi, alanla ilgili tanımlama ve araştırmalar için http://www.bilimvesaglik.com/psikiyatri/beyin-ve-norobiyoloji.htmladresinde yer alan A. Cöngöloğlu’ya ait “Beyin ve Nörobiyoloji” adlı yazıyı okuyabilirsiniz.

Son yıllarda nöroloji alanında yapılan çalışmalar, insanların davranış, duygu, tutum ve inançlarının beyindeki karşılıklarını bulma konusunda oldukça ilerleme kaydetmiştir. Geliştirilen beyin görüntüleme yöntemi saye­sinde, insanlar olumlu ya da olumsuz duygular yaşadıklarında beynin hangi bölgesinin aktif olduğu tespit edilebilmektedir. Tespitlere göre dinî ve mistik tecrübeler yaşandığı durumlarda özellikle beynin belirli bölgelerindeki aktivite artmaktadır. Beyninin bir bölümü hasar görmüş kimselerin dinî yaşantılarında gözlenen değişim, konuya dikkatleri çekmiş ve yapılan araştır­malarda önemli bulgular elde edilmiştir. Tüm bu çalışmalar sonucunda yeni bir yaklaşım olarak Nöroteoloji doğmuştur. Nöroteoloji’nin çalışma alanı, dinî ve mistik yaşantıların biyolojik temelleridir.

Gerçekleştirilen birçok araştırmada, sinir sistemi, sinir iletileri ve beyin kimyası ile dinî ve ahlakî deneyimler arasındaki bağlantılar incelenmiştir. Bu incelemeler sonunda önemli bulgular elde edilmiştir. 1990’lı yılların başında ilk olarak nöropsikolog M. Persinger, daha sonra 1997’de nörolog V. S. Ramachandran ile ekibi, insan beyninde doğuştan var olduğu öne sürülen Tanrı Noktası üzerine araştırmalar yapmışlardır. Bu ruhsal merkez, beynin şakak loblarındaki sinir bağlantıları arasında konuşlanmıştır. Beyin görüntüleme yöntemi (Pozitron Emüsyon Topografisi) kullanılarak yapılan taramalara göre denekler, manevi veya dinî konularla ilgili konuştukları her defasında, bu sinir alanları aydınlanmıştır. İncelemelere göre, Batılılar Tanrı’dan bahsedildiğinde, Budistler ve diğerleri ise, anlamlı buldukları dinî sembollerle karşılaştıklarında tepki vermişlerdir.

Araştırmalarında SPECT Beyin Haritalama Yöntemini kullanan A. Newberg, Tanrı’nın beynin sabit bir parçası olduğunu öne sürmüştür. Tibetli Budistlere, derin transa geçtikleri sırada radyoaktif boya şırınga ederek yaptığı deneyde, beynin belli bölgelerinin değişime uğradığını saptamıştır. Newberg’in kullandığı SPECT yöntemi, Tanrı tecrübesi yaşayan beynin canlı resmi olarak nitelendirilmektedir. Bu yöntem, daha çok mistik deneyimler sırasında beynin görüntülenmesinde kullanılır. MR görüntüleme yöntemi ile yapılan bir kısım araştırmalar, mistik tecrübe sırasında, evrenle bütünleşme, kendilik algısının ortadan kalkması gibi bir takım ruhsal farklılaşmaların ortaya çıktığını göstermiştir. Dindar insanların bu tür mistik tecrübe yaşadıkları sırada çekilen MR görüntüleri, kafatasının ön tarafında yer alan beyin bölümlerinde önemli değişmelerin meydana geldiğini göstermiştir.

Beyin ve inançlar arasındaki ilişki, çocuklar üzerinde yapılan araştırıl­malarla da incelenmiştir: Çocukların canavar, cin, peri gibi doğaüstü varlık­lara kolayca inanmaları, ön beyin bölgesinde çok fazla sayıda nöron bulunmasına bağlanmıştır. Diğer taraftan ön beyin yapılarının (prefrontal korteks) toplumsal değerlere uyma, hataları bulma ve kurallara bağlanma gibi işlevlerden sorumlu olduğu iddia edilmiştir. Bu iddialar göz önünde bulundurulduğu takdirde, dindarlık ile beynin ön bölgesi arasında anlamlı bir ilişkinin var olduğu düşünülebilir.

 

Nöroteoloji araştırmaları, şakak, yani beynin yan tarafları ile dinî inanç arasında anlamlı bir ilişki olduğu fikrini uyandırmıştır. Özellikle beynin sağ
bölgesi ile mistik deneyimler arasında bir bağlantı olabileceği üzerinde durulmaktadır. Başka bir bağlantı da beynin üst arka bölgesinde yer alan
pariental lob ile kurulmuştur. Bu bölge, zaman ve mekân algısından sorumludur. Mistik tecrübe esnasında hissedilen zaman ve mekân algısını yitirme durumunun, beynin bu bölgesiyle ilgili olabileceği iddia edilmiştir. Beyin yarımkürelerinin dinî davranışla ilgisinin araştırıldığı bir incelemeden şu sonuç çıkarılmıştır: Dindarlarda görülen tutucu kişilik özelliği, beynin sol yarımküresiyle ilgiliyken, mistik tecrübe özelliği olan doğaüstü inanç ve deneyimler, beynin sağ yarımküresiyle ilgilidir.

Mistik tecrübe ve beyin ilişkisi ile ilgili olarak, Nevzat Tarhan’ın İnanç Psikolojisi kitabındaki ilgili bölümlerinden; ayrıca Ertuğrul Eşel’in “Dinî ve Mistik Deneyimlerin Muhtemel Bilişsel ve Nörobiyolojik Düzenekleri” adlı makalesinden yararlanabilirsiniz.

Beyin-inanç ilişkisiyle ilgili ortaya atılan teorilerden biri de, beyin uzmanı E. D’Aquili tarafından geliştirilmiştir. O, beynin farklı bölümlerinin din ile ilgili farklı işlevler üstlendiğini iddia etmiştir. Ona göre beynin bir noktası, din açısından büyük önem taşıyan vahdet/birlik fikrini anlamaya odaklanmıştır. Diğer bir noktası ise, Tanrı’nın dünyada olup bitenleri nasıl düzenlediğini anlamakla ilgilenmektedir. Dinî tecrübelerden bir kısmı, insanın belleğinden ölünceye kadar silinmeyecek ölçüde etkili olabilir. Yapılan son araştırmalar, böyle bir tecrübenin yaygın olarak yaşandığını ortaya koymaktadır. Ancak, bu dinî tecrübelerin çoğunun daha ziyade dünya hayatıyla ilgili olduğu tespit edilmiştir. D’Aquili’ye göre bu açıdan bakıldığında, samimi bir dindarın yaşadığı her olayı dinî tecrübe gibi yorumlamasına şaşmamak gerekir. Zira beynin Tanrı’yla ilgilenen kısmı bu işin yanı sıra başka işlerle de ilgilenmektedir. Beynin gündelik olaylar arasında bağlantılar kurmaya çalışan herhangi bir bölümü, yeri geldiğinde Tanrı konusunu da işleyebilmektedir.

Yukarıdan beri sıralaya geldiğimiz bulgular, her ne kadar inanç, maneviyat ya da mistisizm ile beyin yapısı ve işleyişi arasında belirgin bir ilişkiye işaret ediyorsa da doğrudan ve kesin kanaatler için yeterli görünmemektedir. Zira bunlar henüz az sayıda sayılabilecek yeni çalışmaların ürünleridir ve farklı yorumlara yol açabilecek içeriklere de sahiptir. Nitekim konuyla ilgili çalışmaları olanların birçoğuna göre manevi tecrübeler sonucunda beyinde oluşan nörolojik değişmelerin, bizzat beyin tarafından meydana getirildiğini tespit etmek mümkün değildir. Beyinlerimizdeki devrelerin Tanrı ile ilişkisi tamamen inanca bağlı bir konu olarak kalacaktır. Aynı şekilde, bunların manevi bir gerçekliğin algılanması olduğu da belirlenemez. Diğer bir ifadeyle, beynin dinî bir tecrübe sırasında ne yaptığını görmek, bizzat din hakkında, özellikle Tanrı’nın var olup olmadığı hakkında somut bir bilgi sağlamaz. Bir Kâbe resminin dinî hayranlık duygusu uyandırması, beyindeki görüntü-ilişkilendirme bölgesine bağlıdır. Bu bölge, gözün gördüklerini yorumlar; görüntülerle duygu ve anılar arasında bağlantı kurar. Dua ya da meditasyon sırasında ortaya çıkan görüntüler de bu görüntü-ilişkilendirme bölgesinde oluşturulmaktadır.

İnanç Geni ve Din

 

Nörobiyolojik yaklaşım, bir yandan insan psikolojisini beyindeki süreçlerle açıklarken, diğer yandan da davranışların kalıtsal özellikler ve genetik yapılardan kaynakladığını iddia eder. Genetik alanda ortaya çıkan yeni gelişmeler, genlerin insanın kişilik özellikleri, davranışları ve eğilimleri
üzerindeki etkileri ile ilgili ciddi iddiaların öne sürülmesine neden olmuştur. Yeni bir alan olan
Davranış Genetiğinin amacı, genetik ile çevrenin insan davranışındaki bireysel değişmelere olan katkılarını anlamaktır.

 
 

Genler, hücrenin kromozomlarında yerleşik olarak bulunan, canlıların kalıtımsal karakterlerini taşıyan ve zamanı geldiğinde ortaya çıkışını sağlayan kalıtım faktörleridir. Bu faktörler, türe ait nitelikleri nesilden nesile aktarır. Genler, yapılarında saç ve göz renginden şeker ya da kanser hastalığına yakalanma yatkınlığına ve hatta zekâ derecesine kadar pek çok bilginin şifresini taşır.

Dinin evrensel bir olgu olarak dünyanın her yerindeki toplumlarda var olduğu gerçeği, onun bir ölçüye kadar biyolojik bir alınyazısı olup olmadığı düşüncelerini de beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede son birkaç yıldır, insanda bir tür Tanrı Geninin mevcut olduğuna yönelik görüşler ortaya atılmıştır. 2004 yılında konuyla ilgilenenlerden birisi olan D. Hamer, Tanrı Geni (The God Gene) adlı çalışmasıyla maneviyatın genini bulduğunu iddia etmiştir. Hamer, maneviyatın böylesine etkili ve evrensel bir güç olmasını, genetik karakterine bağlamıştır. Ona göre insanların manevi değerlere, mutluluktan, sağlıktan ve güçten daha fazla önem göstermeleri, maneviyatın kısmen genlerle bağlantılı olduğuna işaret etmektedir.

Tanrı geni ile ilgili Hamer’in öne sürdüğü fikirler günümüzde birçok tartışmalara yol açmıştır. Lehte ve aleyhte görüşler sürüp gitmektedir. Fıtrat kavramı ile Tanrı geni arasında bir benzerlik olup olmadığını araştırabilirsiniz.

Hamer, manevi davranışta, genetik karakter, biyolojik desen ve bilinç arasındaki karmaşık örüntünün önemine dikkat çeker. Ona göre bu karmaşık örüntü, genetik ya da çevresel özelliklerin maneviyat üzerinde tek başına etkin olmadığını gösterir. İnsanları manevi inanca yönelten olgu, kişisel tecrübe ve kültürel çevre tarafından şekillendirilen genetik yatkınlıktır. Genler, beynin çeşitli yetenekleri ve bilincin farklı formları ile etkileşmek suretiyle manevi tecrübeler için temel teşkil eder. Hamer’ın ifadesine göre Tanrı Geni, aslında öne sürdüğü teorisinin son derece basitleştirilmiş şeklidir. Çünkü maneviyat, muhtemelen tek bir genden ziyade pek çok gen ile ilişkilidir. Bu durumda insanın dinî inancını Tanrı Geni diye adlandırılan tek bir genle açıklamak da doğru değildir. Çevresel etkilerin de en az genetik kadar önemli olduğunu unutmamak gerekir.

Hamer’a göre Tanrı Geni, birebir geleneksel dini eğilimlerle ilgili olmaktan çok, insanın mistik bir güce inanmasıyla ilgili manevi seviyesini belirleyen biyokimyasal bir şifredir. Maneviyatı yüksek kişiler, kendini aşarak kutsal bir yücelikle bütünleştiklerini ve o bütünün bir parçası olduklarını hissederler. Bu hissediş onlarda hayata daha iyimser yaklaşma imkânı sağlar. Hamer, kendini aşkınlama ile Tanrı Geni arasında açık bir ilişki bulunduğunu iddia eder. Ona göre bu bölgeye Tanrı Geni ismini vermek, bilimsel olmayabilir. Ancak, insanı yaratıcısını aramaya yönelten bir fonksiyonu bulunduğundan dolayı hiç olmazsa Tanrı’yı Arama Geni adı verilebilir.


 



 
 

Konuyla ilgili geniş bilgi için, Nevzat Tarhan’ın İnanç Psikolojisi kitabındaki ilgili bölümlerinden; ayrıca Faruk Karaca’nın Dinî Gelişim Teorileri adlı kitabından yararlanabilirsiniz.

Genetik ve dindarlık ilişkisi kapsamında L. Koenig’in çalışmaları, dindarlıkta çevre ilişkisine de işaret etmesi bakımından burada kayda
değerdir. İkizlerin katılımıyla gerçekleştirdiği çalışmasında Koenig, yeni bulgular elde etmiştir. Bulgularına dayanarak O, diğer kişilik özelliklerinde olduğu gibi dindarlığın da kalıtımsal bir özellik taşıdığını ve gelişim sırasında ortaya çıkan değişmelere rağmen oldukça kalıcı olduğunu belirtmiştir. Araştırmasında ayrıca, çocukluk döneminde çevrenin çocuğun dindarlığı üzerindeki etkisinin daha fazla olduğunu, yetişkinliğe geçişte bu etkinin nispeten azaldığını tespit etmiştir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, genlerin üzerimizde büyük bir etkisi olduğuna hiç şüphe yoktur. Bununla birlikte moleküler biyoloji uzmanlarına göre her şeyin sorumlusu genler değildir. Genler çevre ile sürekli etkileşim halindedir. Gen ve çevre arasındaki ilişki, son derece önemlidir ve çevre dediğimiz şey tek tip bir olgu değildir.

Araştırmacılar, günümüzde öne sürdükleri inanç geni, Tanrı geni, Tanrı noktası vb. gibi beyin ve gen tabanlı dinî düşünceleriyle din-davranış ilişkisi konusunda yeni tartışmalara yol açmışlardır. Kuşkusuz bu yaklaşımların öne sürdüğü fikirler, en azından inanç bağlamı açısından henüz yeni sayılır. Bu zamana kadar yapılan araştırmalar, öne sürdükleri iddiaları tam anlamıyla desteklememektedir. Bununla birlikte, dinî değişmeler ya da dua, ibadet, mistik tecrübe vb. kutsala ulaşmayı hedefleyen uygulamalar sırasında, özellikle beynin belirli bölgelerinde enerjik değişmelerin ve farklılaşmaların yaşandığı da bilimsel bir vakıadır.

Ruh-beden bütünlüğü çerçevesinde psikolojik değişmelerin aynı zamanda bedensel yansımaları olduğu ya da bedensel değişmelerin aynı zamanda psikolojik yansımaları olduğu ilkesi, biyoloji-din ilişkisinin mevcudiyetine yönelik iddialarda haklılık payının var olduğunu gündeme getirmektedir. Ünitenin girişinde üzerinde durulan din ihtiyacı, fıtrat, inanma eğilimi vb. doğuştan geldiğine inanılan niteliklerden hareket edildiği takdirde, biyoloji- din ilişkisiyle ilgili mevcut tartışmaları, dindarlığın farklı bir boyutunun işaretleri olarak değerlendirmek mümkün görünmektedir. Tabiatıyla burada çevre ilişki ve etkisi, akıldan uzak tutulmamalıdır.