Din Psikolojisi

14.Emile Durkheim (1858-1917) Toplumsal Yapıştırıcı Olarak Din

Din sosyolojisinin gerçek anlamda çerçevesi belirlenmiş bir disiplin olarak ilk de¬fa Durkheim tarafından uygulanmış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öncelikle din olgusunu bütün boyutlarıyla anlamaya çalışmış ve onun toplumdaki rolünü, işlevi¬ni ampirik yöntemlere dayanan yaklaşımlarıyla açıklamaya çalışmıştır. Dinin işlevi hakkında alabildiğine nesnel gözlemlere dayanarak çıkarımlarda bulunmaya çalış¬mışsa da bu onun dine olan ilgisinin tamamen değerlerden bağımsız olduğu anla¬mına gelmez. Durkheim özelde Fransa’da ve genelde Avrupa’da yaşanmakta olan büyük parçalanma dönemini kendilerine dert edinen ve bu parçalanmadan bir bü-tünleşme formülü veya harcı üretmeye çalışan toplum düşünürleri çevresinde ye¬tişmiştir. Esasen Auguste Comte’un yukarıda aktardığımız ve yine benzer bir for¬mül peşinde olarak bir İnsanlık Dinini icad etmeye yönelten etken de aynısıdır di¬yebiliriz. Durkheim’in din çalışmaları o yüzden toplumsal bütünlüğü hedefleyen bir araçsalcı yaklaşımı da içinde barındırıyor. Yani dini toplumsal bütünlüğün sağ¬
lanmasında ve sürdürülmesinde en güçlü yapıştırıcı (tutkal veya çimento) olarak görüyor ve bu işlevinin sürdürülmesine olumlu bakıyordu. Dinin bu olumlu işlevi¬ne olan inancı, yukarıda da belirttiğimiz gibi diğer pozitivist çağdaşları gibi dinin sonuçta insan zihninin bir ürünü olduğu düşüncesinden de alıkoymuyordu. Hatta Durkheim bütün dinlerin kökeninin bir olduğunu ve dünyada var olan bütün din¬lerin belli bir tarihsel gelişimin değişik evrelerine göre şekillendiğini düşündü. Bu noktada Comte’un evrimci düşüncesini dinin tarihi için paylaştı ve dinlerin basit mekanik toplumdan karmaşık organik topluma doğru evrildikçe paralel olarak karmaşıklaşıp geliştiğini düşündü. Mekanik toplumdan organik topluma doğru ya¬şanan değişim esasen onun modern toplumun yaşamakta olduğu değişimi niteler¬ken kullandığı ana çerçeveyi oluşturuyordu. Ancak modern dünyada organik ya¬pıya doğru geliştikçe farklılaşan ve giderek parçalanma eğilimine giren toplumsal yapıyı bir arada tutan dinde de kaygı verici bir gevşeme baş göstermiştir. Bu da di¬nin eskiden olduğu gibi toplumu bir arada tutan bir tutkal işlevini yerine getirme¬yi zorlaştırmıştır. Sanayi toplumu farklı kültürlere ve inançlara sahip bir çok insanı bir araya getirmiştir. Daha önce homojen bir çevrede yaşamakta olan ve bundan dolayı beraber yaşadığı insanlarla aynı anlam dünyasını paylaşan modern insan şe¬hirde kendi inancını hiç tanımayan, o inançlara karşı tamamen kayıtsız insanlarla karşılaştıkça kendi inançlarına olan bağlılığında bir güvensizlik hissi oluşmaya baş¬lıyor. Durkheim’in anomie dediği bu oluşum sanayi sonucu oluşan kentlerin tipik özelliğidir. Bu ortam paylaşılan normların zayıflaması anlamına geliyor. Bireyleş¬me ve ortak değerlere bağlılıktaki gevşeme toplumda ciddi sorunlara yol açmakta¬dır. Durkheim’in meşhur eseri İntihar, dinî inançların bu şekilde zayıflaması ile in¬tihar oranlarının artışı arasında da anlamlı bir ilişkinin var olduğunu bulgular. Ay¬nı şekilde görece bireyselliği teşvik eden bir din olarak Protestanların daha fazla yaşadığı ülkelerde de cemaat değerlerini daha fazla önemseyen Katolikliğe naza¬ran daha fazla intihar vakasının yaşandığını tespit eder.
O yüzden Durkheim’in dinle ilgili çalışmaları da tıpkı intihar ile ilgili çalışmala¬rı gibi toplumsal bütünlük ve düzen gibi pratik sorunlara bir çözüm arayışmca yönlendirilmiştir. Kuru akademik çalışmalar olmaktan öte, gerçek bir sorunun çö¬zümüne yönelmiştir.
Durkheim’in dinle ilgili temel kitabı Dini Hayatin Temel Biçimleri ‘dir. Bu ese¬rinde temel varsayımı bütün dinlerin özünün aynı olduğu ve hepsinin belli bir ev¬rim sürecinde aynı aşamalardan geçerek geliştikleridir. Bu varsayımı kabul ettiğin¬de mantıksal olarak bugün yaşamakta olan en ilkel kabilelerin dininin de ilk dinle aynı olduğunu da veri kabul etmiş oluyor. Böylece ilk dinin ilk biçimlerini tarihe veya tarihsel verilere gidip araştırmak yerine bugün yaşamakta olan Avustralya ka¬bilelerine giderek görebileceğimizi kabul eder. Bu çalışması da zaten bu kabileler- deki dinsel hayat hakkında yapılmış bazı saha çalışmalarına dayanılarak yazılmış¬tır. Yani Durkheim hem tarihsel bir olayı tespit etmek üzere tarih yerine bugünkü bir kabileye müracaat ediyor hem de oraya doğrudan gitmek yerine orası hakkın¬da yapılmış çalışmalara dayanıyor. Her iki tercihi de denilebilir ki Durkheim’in ça¬lışmasının en önemli zaaflarını oluşturuyor.
Durkheim dinin “en temel” biçimlerinden, din hakkındaki en temel, basit şeyi kast ettiğini söylüyor ve onu da “kutsal” ve “kutsal olmayan” şeyler arasındaki ay¬rıma indirger. Buna göre din daha önce de kendisinden aktardığımız gibi “kutsal şeylere ilişkin inançlar ve pratiklerden oluşan birleşik bir sistem; kutsal şeyler, ay¬rı tutulan ve yasaklanan şeyler; inançlar ve pratikler ise benimseyenlerin tümünü bir araya getiren ve kilise denen bir moral topluluk oluşturan ögelerdir.” Bu haliy¬le din her tarafta bulunan sosyal bir kurumdur. Ancak ilkel insanlar arasında dinin en temel formu olarak totemizmi temsil eder. Totemizm hakkında bomboş inanç¬lar algısının bulunduğu bir entelektüel ortamda Durkheim, totemizmin görünen¬den çok daha farklı olduğunu ortaya koyar. Ona göre insanlar durduk yere bir to¬teme tapınmazlar. Aksine totem dedikleri şey genellikle kendi toplumsal varlıkla¬rını temsil eden bir semboldür. O sembol ise kendilerini sınırlandırır veya kendi kabilelerine karşı olan başka bir sembolle olan ilişkisine göre konumlandırılır. Ör¬neğin, bir kabile kendine kartalı bir totem olarak seçmişse kendi dışındaki diğer kabilelerin konumunu kartalın karşısındaki yere oturtur. Aslan olarak seçmişse ay¬nı şekilde diğer kabileleri arslanın karşısındaki başka hayvanlar ne iseler onlara dönüşür. Kısacası, totem toplumun kendisini temsil eder ve toteme tapınmak as¬lında bizzat toplumun kendisine tapınmak anlamına gelir. Doğrusu, bu düşünce¬nin modern dünyada da örnekleri hayatımızın içinde bolca bulunur. Totem düşün¬cesinin nasıl doğmuş olabildiğini tahmin etmek günümüzdeki reklam ve oyun (fut¬bol, basketbol oyunlarındaki) sembolizm türlerine bakarak tahmin etmek zor ol¬maz. Her takımı temsil eden sembolün zamanla fanatik taraftarları için fetişleşme sürecine girdiğini görebiliyoruz. Bu da totemizmin bir tür örneği sayılabilir mi?
Durkheim yapısalcı-işlevselci düşüncenin en önemli ismi sayılır. Toplumu bir organizma olarak düşünmüş ve her toplumsal kurum veya birimin bu yapıda bir işlevi yerine getirdiğini düşünür. Dinin de işlevi toplumu bir arada tutmak, toplu¬mu kaynaştırmaktır. Bu işlev için çimento veya tutkal gibi metaforlar kullanılmış¬tır. Ancak Durkheim sonrası işlevselciler dinin gördüğü bu işlevin ne türden bir iş¬lev olduğu konusunda Durkheim kadar emin olamamıştır. Robert K. Merton örne¬ğin, bir işlevi yerine getiren herhangi bir kurum veya birimin bunu hangi ölçekte¬ki bir toplum için yerine getirdiğini sormuştur. Özellikle din söz konusu olduğun¬da belli ölçekteki bir toplumsal oluşum için tutkal veya yapıştırıcı işlevini yerine getirdiği halde bir başka ölçekteki bir toplumsal oluşumda toplumsal grupları bir¬biriyle çatıştıran ve o toplumu bir arada tutmak yerine bölen bir etki yapabilmek-tedir. O durumda dinin işlevsel değil işlev-bozma (disfunctional) etkisi daha ağır basmaktadır. Yine de bu çatışma ortamında bile dinin belli ölçekteki grubu bir ara¬da tutma işlevi daha fazla çalışmaktadır. Çünkü grup çatışmaları grubun dayanış¬masını ve grup bilincini canlı tutar.