Kimdir

11 Maddede 17. Yüzyıl felsefesi

11 Maddede 17. Yüzyıl felsefesi: (1)  17. yüzyıl  felsefesi  her  şeyden  önce, yeni bir  tarih  felsefesinin  ya  da  en  azından  yepyeni  bir tarih  duygusunun  egemen  olduğu  bir  felsefedir.  O,  dünyaya  ve  insana  bu  yeni  bakışın  bir  sonucu olarak,  insanı  eyleminin ve bu arada  tarihin öznesi kılan  yeni  ve  seküler bir  tarih  felsefesi geliştirir. Yaratıcı ve özgür insan, bundan böyle kendi kurduğu ve yapıcısı olduğu için de anlamı kendisine kapalı olmayan bir tarihin öznesidir. 17. yüzyıl felsefesi, bu yeni tarih duygusunun bir sonucu olarak, düşüncede de yepyeni ve beyaz bir sayfa  açan,  geçmişi  inkâr  edecek,  geleneği  yok  sayacak  şekilde  bir  tabula  rasadan  başlayan,  özne temelli bir felsefedir. Buna göre, 17. yüzyıl felsefesi, Ortaçağ felsefesinin özellikle Skolastik dönemde üniversitelerde,  teoloji  fakültelerinde  icra  edilen,  otorite  temelli,  dini  geleneğe  bağlı,  ilahiyatın hizmetine  girmiş  kolektif  bir  felsefe  olduğu  yerde,  geleneğe  ve  otoriteye  karşı  bir  başkaldırıyı, kolektivizme  karşı bir protestoyu, düşünce,  duygu  ve  eylem  yönünden mutlak  ve  kesin bir özgürlük talebini  dile  getirip  somutlaştırır.  Nitekim  Skolastik  felsefenin  bütün  büyük  filozoflarının üniversitelerde hizmet verdikleri yerde, modern dönemin Rönesans’tan  itibaren ve özellikle de 17. ve 18.  yüzyıldaki  bütün  büyük  özgür  filozofları  üniversiteden  uzak  durmuşlardır.  Yine,  bu  bağlamda, Ortaçağ  filozoflarının üniversitede kullanılan  standart metinler kaleme aldıkları, Aristoteles’ten kalan eserler  ve  de  kutsal metinler  üzerine  şerhler  yazdıkları  yerde, Kant  öncesi modern  filozoflar  kendi özgür  ve  yaratıcı  düşüncelerini  akademik  öğretim  dilinden  tamamen  uzak  bir  üslupla  kaleme almışlardır.

(2)  İşte bu, başkaca şeyler  yanında, 17. yüzyıl  felsefesinin, ayrıca salt  insan aklının ürünü olmak manasında,  özerk  bir  felsefe  olduğu  anlamına  gelir. Başka  bir  deyişle,  bu  felsefe  teolojiden  hemen tamamen bağımsız bir felsefedir. Gerçekten de Francis Bacon’ın, Thomas Hobbes’un, hatta maddi alan ve dolayısıyla bilim ve felsefe ile moral ya da entelektüel alan ve dolayısıyla da din ve teoloji arasında oldukça kırılgan bir uzlaşım  temin etmeye soyunan René Descartes’ın  teolojiyle hemen hiçbir  ilişkisi olmamıştır. Onlar sadece öncelikle değil, fakat bütünüyle ve  tam olarak çağlarını özümsemiş, mevcut problemlere bir çözüm getirmeye çalışarak insanlığa yol göstermeye kalkışan birer filozof olarak ortaya çıktılar. Teolojiden bağımsızlaşan,  teolojinin etkisinden kurtulmuş  felsefenin, yani modern  felsefenin kurucusu oldular.

(3) Felsefenin teolojiden bağımsız olmak anlamında özerkliği, 17. yüzyıl felsefesi ‘nin çok temel ve belirleyici  başka  bir  özelliğine,  onun  insan merkezli  veya  özneden  hareket  eden  bir  felsefe  olması anlamında, homosantrik oluşuna  işaret  eder. Buna  göre,  teolojiden  hiçbir  zaman bağımsız  olamamış olan  Ortaçağ  düşüncesinde,  Tanrı  bütün  sistemlerin  başı  ve  sonuydu.  Yani,  teosantrik  yönelimi  en belirleyici unsuru olan Ortaçağ düşüncesinde, Tanrıdan yola  çıkma veya hareket  etme  felsefede hem konu alanlarını ve hem de içeriği belirlemişti. Bir diğer deyişle, Ortaçağ’da Tanrı sadece varlığın değil, fakat bir yandan da değerin, iktidarın kaynağı olmuş, bilginin konusunu meydana getirmişti. Buna göre, metafizik  söz  konusu  olduğunda,  Tanrı  varolan  her  şeyin  yaratıcısı  olduktan  başka,  dünyadaki düzenden de sorumluydu ve bu, aşağı yukarı her filozofta, varlık ve gerçekliği aşağıya doğru inildikçe zayıflayan bir hiyerarşik varlık anlayışıyla  ifade edilmişti. İşte bu en temel, kalıcı ve  tözsel gerçeklik, bütün büyük filozoflarda insani bilginin nihai amacı, esas konusu yapıldıktan başka, insan hayatına ve davranışına rehberlik edecek ilkeleri koyan varlık olarak belirlenmişti.

Oysa dini  dünya görüşünü bir  şekilde  gerileten veya  çok büyük ölçüde  ortadan  kaldıran modern düşünüşte, hemen hemen  bütün  felsefelerin hareket  noktaları,  özellikle Descartes’ın  cogitosunda  çok açıklıkla  ortaya  çıktığı  üzere,  insandır,  Batılı  öznedir.  Felsefi  düşünüşün  temeli,  dayanağı  olan  bu özneyi modern dünyada çözülmek üzere bekleyen acil problemler vardır. Bu problemlerin en başında bilgiyi kendisinde veya kendinden açık akılda temellendirmek, varlığı bilimin ve kendisinin taleplerine göre  yeni  baştan  anlayıp  inşa  etmek  gelir.  Aynı  şekilde modern  ekonomik  koşullara  uygun  olarak kendisinin  doğal  ya  da  tinsel  boyutuyla  uyumlu  yeni  bir  değer  sistemi  yaratmak  ve  siyasi  gövdeyi, ulus-devletini kuracak şekilde, yine kendisinin yaptığı bir sözleşmeye dayandırmak da özneyi bekleyen diğer acil problemler arasında yer alır.

(4) Nasıl ki teosantrik bir felsefe mistisizme, ama en çok da teolojik bir kavrayışa yol açarsa, aynı şekilde homosantrik bir felsefe de rasyonalizmi doğurur, rasyonalist bir bakış açısını gündeme getirir. Buna göre, modern felsefeye damgasını vuran hâkim tavır ya da eğilim, en azından 19. yüzyıla kadar, rasyonalizm olmuştur.

Genel  bir  tavır  olarak  rasyonalizm,  aklın,  bilim  ve  felsefe  başta  olmak  üzere,  bütün  alanlarda yegâne otorite olması ya da yapılması anlamına gelir. Nitekim öyle de yapılmıştır. 17. yüzyılın bütün büyük filozoflarına göre, hakikat dini otorite veya kutsal metinler tarafından aktarılan bir şey değildir; hakikat  akla dayalı,  özgür ve  tarafsız araştırma  ile keşfedilen bir  şeydir. Buna  göre,  filozofun bakışı doğaüstü  alana  yönelmek,  tefekkürü  ilahi  varlık  alanını  konu  edinmek  yerine,  artık  yeryüzüne yönelmek,  doğal  varlık  alanını  konu  edinmek  durumundadır.  Fiziki  ve  zihinsel  dünya,  toplum,  etik alan, siyasi kurumlar ve hatta dinin kendisi, bundan böyle doğaüstü nedenler yerine, doğal nedenleriyle açıklanmalıdır. Modern  dünyada en geniş  anlamıyla  rasyonalizm,  demek ki  bir yandan  insan aklının gücüne  ve  ilerlemeye  duyulan  sarsılmaz  imanı,  diğer  yandan  da  ilerlemenin  aracı  olarak  bilime  ve bilimsel yönteme duyulan inancı ifade etmektedir.

Gerçekten  de  17.  yüzyıl  felsefesinde  insan,  “düşünen  öz”  olarak  tanımlanır;  bilme  olayındaki düşünce  boyutu,  duyum,  duygu  ve  hayal  gücü  boyutunu  gölgede  bırakarak,  insanı  insan  kılan  şey olarak  belirlenir.  İnsanın  özü, matematiği  model  olarak  kabul  etmiş  akla  indirgenir.  Bu  yeni  insan telakkisinden ve yepyeni rasyonalizm anlayışından, elbette  teolojik-felsefi değil de bilimsel-felsefi bir dünya  görüşü  çıkar;  bu  yeni  dünya  görüşü,  temel  ilkesi  “doğayı  akıl  aracılığıyla  yenme  ve şekillendirme” olan bir teknik uygarlık anlayışına yol açacaktır.

(5) Demek ki 17. yüzyıl felsefesi, her ne kadar özerk ve müstakil bir disiplin olarak ortaya çıkmış olsa da modern bilimden  yoğun bir biçimde etkilenmiş,  felsefenin  kendisi ve kimi  temel  disiplinleri yükselen bilimin  ve  gerçekleşen  bilimsel  devrimin  taleplerine  paralel  bir  gelişme  göstermiştir. Daha doğru bir deyişle, Ortaçağ’dan modern zamanlara geçişte en belirleyici unsur modern bilimin doğuşu, bilimsel yöntemin kaydettiği gelişme olmuştur. Klasik felsefe ya da İlkçağ felsefesinin yıkılışında dinin kendisinin, Ortaçağ’ın Tanrıyı keşfetmesi olgusunun bulunduğu söylenebilirse, Ortaçağ  felsefesini de yıkan  şeyin,  elbette  başka  şeyler  yanında,  esas  bilimadamlarının  doğayı  keşfetmeleri  olduğunu söylemek gerekir. Bu, sadece sekülarizm ve klasik doğalcılığın canlanışıyla açıklanabilecek bir olay ya da  keşif  değildir;  o,  olgular  dünyası  olarak  bilinen  yeni bir  dünyanın,  dili matematik olan  dünyanın keşfidir.  Buna  göre,  insanlar  doğal  dünyanın,  Tanrının  müdahalesinden  bağımsız  olan  olgularını, yardım  görmeden  araştırabilirler;  onların  araştırmalarının  sonuçlarını  vahye  dayalı  dinle  de kurumlaşmış otoriteyle de bağdaştırmaları gerekmez.  İşte en az Descartes kadar modern olan Francis Bacon’ın yaptığı şey, bu bağlamda modernliğin ideolojisini ifade etmek, sistematik, eleştirel ve mutlak bir teşebbüs olarak modern bilim anlayışını formüle etmek olmuştur.

(6)  Modern  bilimin  etkisiyle,  öncelikle  Batı’nın  genel  dünya  görüşünde  ve  özellikle  de  bilgi anlayışında  büyük  bir  değişiklik  olur. Bilim  artık  ilerlemenin  tek  ve  en  büyük motoru, modernliğin özüdür.  Bununla  birlikte,  bilime  modern  zamanlarda,  bizatihi  kendisi  için  değil,  fakat  esas  pratik değeri,  sağladığı  yarar  için değer  verilmiştir.  Buna  göre,  bilgi  artık  klasik dünyada  olduğu  gibi,  salt anlamak  veya  merakı  tatmin  etmek  için  ya  da  Ortaçağ’da  olduğu  gibi,  Tanrının  doğal  dünyaya amaçlılık ve düzen kazandırmış planını keşfetmek  için değil,  fakat  sağladığı  fayda  için  istenir. Bilgi, modern felsefenin büyük filozoflarına ve özellikle de Bacon’a göre, güçtür. Bilgi, doğaya ilişkin olarak öndeyide bulunma ve onu kontrol etme yeteneğimizi geliştirmek suretiyle, hayatlarımızı daha kesin ve muhtemelen daha rahat hale getiren şeydir. Sadece Bacon değil, fakat modern düşüncenin diğer büyük önderleri  de  bilimsel  sonuçların  pratik  uygulamalarıyla  yakından  ilgilenmişlerdir.  Buna  göre,  bilim artık  başka  alanlardaki  gelişme  için  bir model  olarak  değerlendirilir,  sosyal  ve  politik  reformlarda oynayacağı rol için istenir.

(7)  17.  yüzyılda  felsefenin müstakil  alanlarında,  elbette bilimin  de  etkisiyle  yaşanan  değişimlere gelince…  Bir  kere  her  şeyden  önce,  yeni  felsefede  epistemoloji  veya  bilgi  teorisi,  ontoloji  ya  da metafiziğin  önüne  veya  felsefenin  merkezine  geçmiştir.  Başka  bir  deyişle,  İlkçağ  ve  Ortaçağ’da, filozofların  realist  bir  yaklaşımla  önce  varlık  veya  gerçekliğin  mahiyetini  ortaya  koyup,  sonra  bu gerçekliğin bilgisine nasıl ve hangi yollarla erişileceğini  tartışan bir epistemoloji geliştirmiş oldukları yerde,  17.  yüzyıl  filozofları önce bilginin  ve  onun bir  türü olan bilimsel bilginin mahiyetini  tartışıp, sonra buna uygun bir varlık tasarımı oluşturmaya geçerler. Bu, başka şeyleri bir kenara bıraktığımızda, en  azından,  kendisiyle  birçok  filozofta  sık  sık  karşılaşacağımız  transandantal  yaklaşımdan,  sadece rasyonalistlerde değil, fakat deneycilerde de gözlenen temelcilikten, bir örneğine ne klasik felsefede, ne de skolastik düşüncede rastladığımız epistemolojik idealizmden ve de hiç kuşku yok ki bilen özneyi dış dünyaya bağlayan yeni bir yol olarak “ideler yolu”ndan bellidir.

Buna göre, 17. yüzyıl filozofları epistemolojide, insan aklının bilimde, bilimsel bilgide somutlaşan başarısını  açıklayıp  temellendirmek  ve  hatta  felsefede  bilimdeki  gibi  doğru  ve  kesin  bilgiye ulaşılabileceğini göstermek  için  insanın bildiğini nasıl ve ne  şekilde bildiğini açıklama gayreti  içinde olmuştur.  Başka  bir  deyişle  epistemolojide  en  azından  Kant’a  kadar  “Neyi  bilebilirim?”  eleştirel sorusunu pek fazla sormayan 17. yüzyıl filozofları, esas itibariyle bilginin kaynağı meselesiyle meşgul olmuşlardır. Yine aynı epistemolojik çerçeve  içinde, döneme damgasını vuran bir diğer özellik ya da tavır, hemen bütün filozoflarda görülen bir yöntem arayışı ya da tartışması olmuştur.

(8) Felsefenin merkezine geçen epistemoloji ya da bilgi  teorisinde, Kant’ın 18. yüzyılda yapacağı senteze kadar, yine bilime ama özellikle de bilimsel  yönteme bağlı olarak, başka bir deyişle bilimsel yöntemin  biri  ampirik  (deneyci),  diğeri  dedüktif  iki  boyutu  veya  olmazsa  olmaz  unsuru  olmasından hareketle, iki ayrı bilgi görüşü hâkim olmuştur. Başka bir deyişle, yeni bilimsel yöntem iki temel unsur ihtiva  etmekteydi;  yani  bilimsel  yöntemin  gelişimindeki  ilk  evrelerden  itibaren,  hemen  herkes  söz konusu  ampirik  ve  tümdengelimsel  öğelerin  olmazsa  olmaz  olduğunu  anlamıştı. Ne  var  ki  ampirik unsurla dedüktif öğenin bilimsel bilginin oluşumuna nasıl katkıda bulunduğu konusunda bir uzlaşma bulunmuyordu. Ve Kant’ın 18. yüzyılda gerçekleştirdiği senteze kadar da bir uzlaşma olmadı. İşte bu iki öğeden hangisinin çok daha  temel ve önemli olduğuyla  ilgili  tartışmalar, epistemolojide  iki  farklı görüşe  yol  açmıştır.  Örneğin,  dedüktif  unsurun  önemine  işaret  edenler  matematiği  temele  alan Descartes,  Spinoza  ve  Leibniz  gibi  rasyonalistlerdir.  Buna  karşın,  ampirik  öğeyi  öne  çıkaranlar deneyciler  diye  bilinirler;  Bacon,  Hobbes,  Locke  ve  Berkeley  gibi  deneyciler  bilginin  kaynağında duyu-deneyi ve gözlemin olduğunu savunurlarken, etik alanındaki sonuçları oldukça farklı olan varlık görüşlerine ulaşmışlardır.

(9) Modern  bilimin  felsefe  üzerindeki  bir  diğer  önemli  etkisi,  bir  yeni  kozmoloji  dolayımıyla, ontoloji  ya  da  varlık  alanında  olmuştur.  Başka  bir  deyişle,  17.  yüzyıl  felsefesine,  Ortaçağ’ın  doğa tasarımından bütünüyle farklı olan yepyeni bir doğa tasarımının hâkim olduğu söylenebilir.

Bilindiği üzere esas Rönesans döneminde Kopernik, Kepler ve Galileo tarafından geliştirilmiş olan modern  bilim  belli  bir  kozmolojinin,  bir  bilimsel  materyalizmin  doğuşuna  yol  açmıştır.  Bu kozmolojinin doğuşunda ilk ve en büyük adımı atan Kopernik’in, güneşin dünya etrafında döndüğünü söyleyen  jeosantrik  sistem  yerine,  dünyanın güneşin  çevresinde  döndüğünü  gösteren  güneş merkezli sistemi içeren astronomisi, sadece dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkardığı için değil, fakat evrenin bir  merkezi  olmadığı  düşüncesini  gündeme  getirdiği  için  çok  büyük  bir  önem  taşır.  Buna  göre, Kopernik,  teorisiyle  Yunan  ve  Hıristiyan  kozmolojisinin  belli  bir  bölümünü  değil  onun  Platon  ve Aristoteles’ten  çıkan  bütün  temellerini  yerle  bir  eder.  Çünkü  eski  kozmolojide,  evren  kendisini meydana getiren öğeler arasındaki niteliksel farklılıklara karşın, içindeki her şeyin, tek tek her varlığın belli bir yerinin ve  işlevinin bulunduğu tek bir canlı organizma şeklinde tasarlanmıştı. Oysa Kopernik ve Galileo tarafından kurulan modern bilimin öngördüğü kozmolojinin en büyük yeniliği, onun doğayı, insan varlığıyla Tanrının dışında olan bir varlık alanı olarak sunmuş olmasıdır. Buna göre, doğa, canlı ve  akıllı  insan  varlığına  ilgisiz  ve  yabancı  olan  ve  dolayısıyla,  akıllı  insan  varlığı  tarafından gözlemlenip  analiz  edilmek  suretiyle,  denetim  altına  alınacak  olan  cansız  madde  alanını  meydana getirmekteydi.

Dünya evrenin merkezinde değilse ve evrenin bir merkezi bulunmuyorsa eğer, bu takdirde, evrenin, her  yerde  var  olmak  bakımından  bir  ve  aynı  olurken,  salt  zaman  ve  mekân  içindeki  yayılımıyla farklılaşan maddenin  varlık  alanı  olarak  anlaşılması  gerekir.  Bu  ise  evrene  ilişkin  bilginin,  ölçme, zaman ve mekân kavramlarının  imkân  tanıdığı niceliksel ölçütlere bağlı olduğu anlamına gelir. Buna göre, doğal bir  fenomeni anlamak, artık daha  fazla onun ereksel nedenini, onun evrendeki, kendisine Tanrı  tarafından  verilmiş  olan  amacını ya  da  işlevini  kavramayı gerektirmez. Tam  tersine, doğal  bir fenomeni anlamak, yeni kozmolojinin bir sonucu olarak, onun  fail nedenini, yani fiziki evrende onun doğuşuna yol  açan koşulları ve  faktörleri bilmeyi gerektirir. fiu halde,  yeni kozmolojide evren ya da doğa,  büyük  ve  cansız  bir makine  olup  hem  insan  varlıklarının  ve  hem  de  Tanrının  dışında  kalır.

Bundan  dolayı,  doğa,  Tanrının  amaçlarına  dair  bir  bilgi  aracılığıyla  değil  de  ancak  ve  ancak  kendi terimleriyle anlaşılabilir.

Başka  bir  deyişle  modern  düşüncede  keşfedilen  şey  dünyanın  birliği  düşüncesi  ya  da  evren kavramıdır. Artık doğa birdir; o dahası, amaçlılık ve kendiliğindenlikten kurtulmuş ve kullanılabilecek bir makine haline gelmiştir. Özünde bir makine ya da mekanizma olan bu doğanın dili de onun birliğini ve evrenselliğini sağlayan şey olarak matematiktir. Bütünüyle insanın zaferi üzerine kurulu olup, sanayi uygarlığını hazırlayan büyük bilimsel hareketin temelinde yer alan şey, işte bu doğa tasarımı ya da yeni kozmolojidir.

(10) Özneden hareket eden 17. yüzyıl  felsefesinde, baştan aşağı yeniden yapılanan  tarih, bilgi ve varlık  felsefeleri  değildir;  etik  de  bir  kez  daha  özneden  hareketle  inşa  olunan  bir  felsefe  alanını meydana getirir. 17. yüzyılda etik de Tanrıdan veya nesnel bir değerler düzeninden hareketle değil de doğrudan  doğruya  insandan  hareketle  kurulur.  Hatta  burada,  epistemoloji,  ontoloji  ve  politika felsefesinin  bile  gerisine  düşülür;  zira  çıkış  noktası,  insan  aklından  ziyade,  insanın  doğal  yapısıdır, arzularıdır, hazzıdır. En azından Kant’a gelince kadar, modern  felsefe olması gerekeni,  insanın  insan olmak  dolayısıyla  yerine  getirmek  durumunda  olduğu  ödev  ya  da  yükümlülükleri  unutur.  Hemen hemen  bütün  modern  etik  görüşleri  olması  gerekeni  olandan  hareketle  tanımlayıp,  insanın  ahlaki amacının,  istek  ve  arzuların  tatminiyle  belirlenen  bir  dünyevi, maddi mutluluk  olduğunu  öne  sürer.

Modern etiğin, büyük ölçüde doğalcı bir etik olarak tanımlanmasının nedeni, budur.

(11) Modern dönemde politika felsefesi de özne ya da bireyden hareketle  inşa olunur. Buna göre, Rönesans’tan  itibaren,  modern  dönemin  bütün  politika  teorileri  dinin  sunduğu  ilkeleri  toplumun açıklayıcı  ilkeleri olmaktan çıkarmaya,  toplumu dünyevi bir  ilkeden hareketle kavramaya çalışmıştır. İnsanı merkeze alan, insanın iradesine vurgu yapan modern politik öğretiler, toplumu da doğal bir yapı olarak  değil  fakat  kurulmuş,  insan  tarafından  yaratılmış  bir  yapı  olarak  değerlendirirler.  Aslında  bu alanda  bireyciliğe  geçiş  birden  bire  olmamış,  bir  ara  dönemin  ardından,  yani Rönesans’ın  devlet  ve egemenliğin  kaynağı  sorunu  üzerinde  odaklaşan  öğretilerinin  aracılığından  sonra  gerçekleşmiştir. Gerçekten de ulus-devletlerin tesis edilmeye başlandığı ve devletlerin ilahi bir iradeden ziyade, dünyevi bir  ilkeyle  meşrulaştırılmaya  çalışıldığı  bu  dönemde  ortaya  konan  politika  öğretilerinin  toplumun kaynağı sorununu egemenliğin ve devletin kaynağı problemi çerçevesinde ele almaları ve dolayısıyla, esas problemlerinin devletin statüsünü tesis etme problemi olması çok doğaldı. Bu  temel  kaygının,  15.  ve  16.  yüzyıl  filozoflarını  bireyden  ziyade devleti  düşünmeye  yöneltmiş olması,  onların  bir  egemenlik  öğretisi  geliştirmiş  olmalarının  ve  daha  çok  devletin  nasıl  olması gerektiğini konu edinmelerinin bir nedeni olarak görülebilir. Yine aynı nedenden dolayı, bu öğretilerde devletin  karşısına  bağımsız  bir  yapı  olarak  sivil  toplum  kavramı  da  çıkmamış,  tersine  bu  dönemde, devlet-toplum  özdeşliği  söz  konusu  olmuştur.  Sivil  toplum  kavramı  ancak  17.  yüzyılla  birlikte, bireylerin  haklarının  merkeze  alınmasının  ardından  gelişme  zemini  bulur.  İşte  bu,  17.  yüzyıldan itibaren  toplumun  yaratıcısı  olarak  insanın  iradesine  yapılan  vurgunun  artmasını  ve  bu  iradenin kendisini ifade ettiği yer olan sözleşme kavramının açıklayıcı ilke olmasını gerektirecektir. Gerçekten de 19. yüzyılda Hegel’e kadar olan bütün bir süreç boyunca, hemen hemen bütün politika teorilerinin açıklayıcı  ilkesi  haline  gelecek  olan  söz  konusu  toplum  sözleşmesi  kavramı,  bireyci  bir  ilke  olarak sunulur. Politika felsefesinde işte bu modern gelenek yine modern rasyonalizm çerçevesi içinde insanı rasyonel  bir  varlık  olarak  değerlendirirken,  sadece bireyin  değerini  kabul  etmekle  kalmaz,  ama  aynı zamanda onu haklarını savunacak şekilde sisteminin merkezine alarak, bireyden hareket eder.

Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci